Yer altının efendisinin hizmetine giren yedi yetim, garip ananın rahminden Alahçın Nene'nin evine doğmuştu. Garip Ana'nın bu yedi bebeği ne zaman kimden peydah ettiği bilinmedi, kadıncağız doğum yaklaşınca kalkıp Alahçın Ana'ya sığınmıştı, besbelli devasa karnında taşıdığı bebekleri doğurmanın onun yaşamına malolacağını anlamıştı zavallıcık.
Alahçın kadının karnının büyüklüğünden, renginin solgunluğundan gördüğü anda dehşete düşmüştü bile. Ormanın tüm ebe karılarını çağırdı. Doğum olması gerekenden elbette daha uzun ve çok kanlı oldu. Garip Ana'nın bereketli memelerine doğan bebekleri sırası ile koydular. Bebeklerin her biri olması gerekenden çok daha zayıf ve çelimsizdi ama çok hareketli ve kıpkırmızıydılar. Onlar nasıl kırmızı ve hareketli doğuyorlarsa Garip Ana o kadar solgunlaşıp silikleşiyordu. Bebekler sırası ile Garip Ana'nın memesinden emerken kadının kanı çekiliyordu. Yüzündeki tebessüm arttıkça dudaklarının alı kayboluyordu. Alahçın elinden gelenin bebekleri doğurtmak olduğunu anlamıştı. Garip Ana'nın o gün göçeceğini de anlamıştı.
"Hepsi birbirinden güzel, kanlı canlı bebelerinin Garip. Hadi kızın, hadi kuzum ıkın biraz daha. Ah birinin daha göründü başı!" diye uğraşıyordu. Bebeklerin yedincisi en ufak olanlarıydı ve en kolay doğanıydı. Alahçın neredeyse Garip Ana kadar bitaptı. Ellerine doğan bebeklerin analarının gözü önünde yitişini izlemek onun yufka yüreğine çok acı gelmişti. O son bebeği anasının göğsüne koyarken, Garip Ana'nın kanamasının ne çok çoğaldığını fark edince eli titredi, gözü döndü. Bebek ellerinin arasından kaydı ama düşmedi. Kuvvetli bir bebekti ve düşeyazarken Alahçın'ın kulağındaki küpeyi kavrayıp tutundu. İşte böylece Alahçın bebeği gene kavradı ve elinden aldılar bebeği. Garip Ana'nın göğsüne bıraktılar.
Garip emzirirken gülümsedi ve gülümserken öldü o gece. Alahçın, açlıktan mı analarının öldüğünü anladıklarından mı kesintisiz ağlayan bebeklerle birlikte bebekler gibi ağladı tam kırk gün. Kendi eli ile yıkadı Garip Ana'yı, tüm orman ahalisi ile gömdü bahçeye. Öyle ağır hissetti ki yükünü, minicik bebeleri emzirip büyütmeye bir sürü orman kadını gelmişti süt analık etmeye. Ev iyeleri koşuşturuyordu her yerde. Ama çatırdayan ev fazlaca genişlememişti. Bu her geçen gün daha da huzursuz ediyordu Alahçın Nene'yi. Bereketli ve bol sofraları o sene daha da bollaşmıştı. Ormanın tüm balı, mandaların tüm kaymağı sabahı ile hasat edilip sofraya konuyordu. Eti, sütü, meyvesi eksik olmuyordu sofranın ama neşesi olmadı. Alahçın, geleceği bildiğini iddia eden bir kadın değildi ama yüreği bu yetimlerin kaderinin pek de hayırlara alamet olmadığını söylüyordu. O sebepten hepsini bir arada, kendi kucağında uyutuyordu geceleri. Sabahlara kadar başlarından ayrılmıyor soluklarını sayıyordu. Minicik ellerini tutuyordu. Yedi Yetim, Alahçın'ın diğer yetimlerinden çok fazla ilgi ve şefkat çaldı.
**
Alahçın yetimlerine her zaman fazlası ile düşkündür. Onların huyunu suyunu, güçlü ve zayıf yönlerini kendilerinden bile daha iyi bilir. Bir bebek, çocuk, Alahçın'ın eline geldiğinde huzur bulur. Ama bu yedi yetim ile Alahçın'ın ilişkisi başka türlüydü. Bir kere Alahçın, bakıp büyüttüğü onlarca yetimin her birini çok iyi tanır ve ayırt ederdi ama yedi yetimi bir türlü birbirinden ayırt edemiyordu. Halbuki tek yumurta ikizleri gibi bir benzerlikleri de yoktu birbirlerine. O sebepten her birine başka renkten kumaştan elbiseler entariler dikiyordu. Gene de hiç birini ayırt edemiyordu. Beri taraftan enteresan olarak ondan başka herkes yedi yetimi birbirinden pek de iyi ayırt ediyor görünüyordu. Yedi yetimin tuhaf bir neşesi vardı ve karanlıkları çok seviyorlardı. Olmaları gerektiğinden daha kısaydılar. Epeyce daha kısaydılar ve bazı geceler onları yataklarında bulamıyordu Alahçın. Nedense bu durumlar ona çok tuhaf geliyordu ve bir şeyi hatırlatıyordu. Tekinsiz ve tehlikeli bir şeyi. Ama neyi hatırlattığını da bir türlü bilemiyordu. İşte böyle akşamlar evde mışıldayan yetimleri ev iyelerine bırakıp elinde büyülü feneri ile ormana koşuyordu. Ormanın onu bile ürperten karanlık kısımlarından kaçınıyordu ama en çok da oralardan korkuyordu.
"Oğullarım! Kızlarım! Yavrularım, ses verin. Gecenin bir yarısı nereye kaçtınız?" ,Sonra bulduğunda her birini ayrı ayrı sarılıp sever sonra ayrı ayrı kötekler ve öyle götürürdü eve.
"Gecenin bir yarısı nereye kaçtınız bakayım?" diye sorardı gece endişe ile.
"Bir ses duyduk Nene."
"Bizi ormana çağırdı."
"O sese aldırış etmeyin dedimdi ya size kaç kere."
"Evet ama çok seslendi bize."
"Hem ben gitmek istemedim Nene. Ama Aylan gidince onun peşinden gittik biz de."
"Aylan, oğlun neden gittin hele. Söz vermedin mi bana?"
"Ama ses çok yalvarıyor Nene."
"Beni de al o zaman giderken oğlum. Ya bi iş gelse başınıza."
"Gelmez Nene. Hem sen gelemezsin."
"Nedenmiş o? Bensiz tekinsiz yerlere karanlıklara gitmek olmaz."
"Ama Nene, Ses senin karanlıktan olmadığını söylüyor."
"O nasıl bir sesmiş öyle! Ben hem karanlıktanım hem aydınlıktan."
Ama bu konuşmalar yedi yetimi pek de ikna etmemiş gibiydi çünkü kaybolmaya devam ettiler. Alahçın da onların peşi sıra gecelerini karanlık ormanda geçirmeye devam etti. Sabahları yorgun argın, çoğa zamanda yetimleri bulamamış olarak uyanıyordu. Ama iyelerin hazırladığı bereketli sofrada yetimlerin her biri tamam oluyordu. Alahçın o zamana kadar hiç kendisini yetersiz hissetmemişti. Gücü, ilgisi, becerisi hep yetmişti her birine. Ama bu sefer öyle değildi. Yetmiyordu.
"Yaşlandım mı kine?" diye sormuştu bir seferinde orman karılarına. Hep birlikte nehir kıyısında dokumalarını yıkıyorlardı. Ama soru sorduğu kadın nehre yanaşmıyordu bile. Ormanın kara dulu diyorlardı kadına. Dul kalalı beri belki de bin yıl olmuş olsa gerek, bedeni mumya gibiydi, kapkahve etlerinin üzerindeki derisi yer yer sağlam yer yer eksikti.
"Bu yetimler herkesi yaşlandırır." dedi Kara Dul Karı. "Uğursuz piçler."
"Höyt! Düzgün konuş!" diye azarladı Alahçın Kara Dul Karı'yı.
"Ne konuşayım? Benden başka herkes gibi susup bilmezden mi geleyim. Senin görüp de görmezden geldiğini ben de görüp söylemeyeyim mi? O zaman bana sormayacaksın!" diyip çekip gitti. Sonra ortalığı sessizlik bürüdü. Alahçın dokumaları bıraktı önce hışımla arkasından yürüdü Kara Dul Karı'nın. Sonra ormanın o tekinsiz ve karanlık tarafını hiç sevmediğini düşündü. Sonra seslendi orman karılarına:
"Benim dokumalarımı da siz getiriverin hele!" diye. Ve Çatırdayan eve doğru yürürken düşündü. Evin neden genişlemediğini, yedi yetimin neden bu kadar yavaş büyüdüğünü ve baktı durdu evin önünde uslu uslu oturan yedi yetime. Baktı ve düşündü. Gözlerinin önünde bu kadar açık ve net ama bu kadar da buğulu ve uzak olan neydi? Bilemediği, göremediği, anlayamadığı neydi. Bu sabilerin uğursuz denecek neyi vardı?
Komentarze