top of page

Sonsuz Masal - Mezar Şehri

İdil, yer altındaki şehirde alacakaranlıkta önündeki yılanın rehberliğinde yürüyordu. Janus'un gözleri oyulmuş olan devasa silueti ve avucu ile dur işareti yapan eli, şehre girdikleri tarafa dönüktü. Şehre bakan tarafında Janus'un gözleri kırıktı ama oyulmuş değildi. Ürpertici ve sert bir rüzgar esiyordu.


Şehre doğru ilerledikçe ilerden kızıl bir güneş doğmaya başladı. İdil o anda aslında yüksek bir vadinin uçurumlu bir kıyısına doğru yürüdüğünü fark etti. Karşısında uzanan şehrin görkemine ve heybetine şaşırdı. Devasa bir mezar şehriydi. Kapkara bir dağın yamacında uzanan minik pencereli bir sürü mezar ev. Mezar şehrinin kuzeydeydi ve Güneş yükselmesine rağmen gölgede kalmaya devam ediyordu. Üzerinde devasa akbabalar uçuyor ve acı çığlıklar atıyorlardı. İdil ürperdi. Daha evvel bu kadar büyük bir mezar şehri görmemişti. Karşı yamaçta ise dağınık bir yol görünüyordu. İdil uçurumun kıyısında kaybolan yılanın peşinden adımlarını hızlandırdı. Çok yüksek bir kıyıdaydılar. Uçurumun kenarında tekinsiz görünen bir merdiven vardı korkuluksuz ve korunmasız. O merdivenlerden aşağı inmeye başladı. Yükseklikten korkmuyordu İdil, en azından o güne kadar korktuğunu bilmiyordu. Devasa akbabaların bazen tehlikeli bir şekilde yaklaşması ve gittikçe daralan, bazen de kaybolan merdivenler onu ürkütmüştü. Bir tekinsizlik fark ediyordu. Mezar şehrinin sessizliği aslında tam da olması gerektiği gibiydi ama tam da bu sessizlik hissettiği tekinsizliği arttırıyordu.


Basamaklar sanki hiç sonlanmayacakmış gibi göründü gözüne. Neredeyse tüm gününü merdivenlerden inerek, dikkat ederek, bazı yerlerde durup soluklanarak geçirdi. Yeraltında, gündüzlerin çok kısa olduğunu fark etti. Ortalığı tamı tamına aydınlık yapamayan güneş hızla batışa geçmişti. Basamakları olabildiğince hızlı indi İdil. Çırılçıplak olduğu için kayalıkta sıkı sıkı duvara yapıştığı zamanlarda taşlar sırtını, sert tuttuğunda ellerini ve ayaklarını kesmişti. Minik minik kanamıştı her yeri. Nihayet kurumuş bir dere yatağına ulaştığında hava kararmak üzereydi. Etrafta kimse olmamasına rağmen huzursuz hissediyordu kendisini. Biraz yürüdükten sonra dağlık alanda takip ettiği yolun ikiye ayrıldığını fark etti. Biri doğrudan mezar şehrine gidiyordu. Diğer yol ise dağların arasında zor fark edilen bir geçide doğru uzanıyordu. İdil'in karnı çok açtı ve çıplaklığından çok ama çok utanıyordu. Mezar şehri gecenin karanlığında ona nedense diğer yoldan daha güvenliymiş gibi göründü. Gün boyu uçan akbabaların her biri bir mezar evin tepesine tünemişti ve inanılmaz bir sessizlik içinde mezar evlerin kapılarında bir görünüp bir kaybolan insana benzeyen varlıklar görünüyordu. İdil bir süre daha düşündü bu ürkütücü görünümün ona güvende hissettirmesi fazla absürttü. Karnının daha da acıktığını hissetti ve diğer yola devam ederse yiyebileceği, giyebileceği şeyler bulma ihtimalinin daha yüksek olacağını düşündü. Düşüncesinin de absürtlüğünü fark etti.


Diğer yol, biraz ileride yükselmeye başlıyordu. Yükselen bir köprü veya bir set gibi' diye düşündü İdil ve karşı dağın ortasındaki oyuğa doğru ilerliyordu. Yolda başka insanların da varlığı belli belirsiz seçiliyordu. İdil bu yolda ilerlemeye başladı. Yol boyunca yürürken güneş tam olarak battı ve garip bir yıldızlı karanlık gece başladı. Dağların arkasından sanki çığlıklar geliyordu ama insan çığlıkları değil bir hayvanın, garip bir kuşun veya devasa bir varlığın çığlıkları gibiydi gelen sesler. Yılan İdil'in bazen önünde bazen arkasında kıvrılmaya, ona kimin zaman yol göstermeye kimi zamansa onu takip etmeye devam ediyordu. İdil'e çok uzun bir zamanmış gibi gelen bir süreden sonra dağın oyuğuna geldiler. 'Tünel gibi' diye düşündü İdil. Ancak yarığı süsleyen artık kanatları olmayan bir kapı süsü vardı. Karanlıkta ışıldayan, İdil'in anlamadığı harflerle yazılmış bir yazıt vardı. İdil tuhaf bir eşikte olduğunu hissetti. Açtı, yorgundu, çıplaktı ve susuzdu. Metrelerce yükseklikteki oyuğun işlemeli kapısına baktı, içerideki karanlığa baktı ve durakladı. Sonra cesaretini toplayıp içeri adım attı. Önce zifiri karanlığa girdiğini düşünmüştü ama ardından tünel boyunca o yaldızlı işlemelerin, boyamaların tüneli kısmen aydınlattığını fark etti, loş ışığa alıştı gözleri. Sanki bir dondurucu soğuğun içinde gibiydi, nefesi gri bir buluta dönüşüyordu, ayaklarının altında böyle soğuk bir sis dolaşıyordu. Üşüdü. Önce adımlarını hızlandırdı. Biraz bedenini ısıtmayı istedi. Hızlanınca sadece önüne bakan, İdil'in varlığını garipsemeyen, dönüp ona bakmayan başka yürüyenler gördü. Bir kısmı insandı, bir kısmı devdi, bir kısmı insana benzeyen hayvanımsı varlıklardı. İdil çığlık atmak istedi ama sonra o da istemsizce diğerleri ile aynı ritimde yürümeye başladı. Sadece önüne bakıyordu. Soğuğu hala hissediyordu ama artık titremiyordu. Diğer herkesle birlikte ellerini sallıyor, adımlarını değiştiriyor ve hatta aynı ritimde nefes alıp veriyordu. Uzun tünel bitene kadar bunun böyle olacağı tahmin etti. Derisinde kanayan yerlerin soğuktan büzüştüğünü hissetti. Çıplaklığı ona utanç veriyordu. Ancak açlığını, susuzluğunu veya soğuğu hissetmiyor daha doğrusu hissetse bile canının bir şey istemiyor olduğunu fark etmek onu rahatlattı.


Duvardaki ışıldayan yazıları anlamaya çalıştı. Resimleri anlamaya çalıştı. Bazıları müzelerde mağara duvarlarından yapılan alıntılara benzer gibiydi. Bir zamanların görkemli bir mağarası, görkemli bir geçmişten bahsediyordu. Anlaşılıyordu bu. Bir süre sonra duvardaki alfabeleri görmeye ve anlamaya başladı. Etkisinde olduğu tuhaf büyü, hipnoz gibi şey sayesinde bunun mümkün olduğunu düşündü. Şöyle yazıyordu:

"Düşmüş Kraliçe'nin şehrine hoş geliyorsunuz. Bu şehir anlatılan müthiş geçmişi ve fetihlerin gururunu artık taşımamaktadır. Kraliçe, buz kristalinden kılıcını savaşta aşağı attığında tüm onurlu, şanlı savaşçıları da kılıçlarını indirdiler. O zaman Kraliçe'nin kadınlarından biri kundağındaki veliaht prensesi kaçırdı ve sakladı. Tüm şehir, savaşçılar ve düşmüş Kraliçe saldırıya uğradı. Düşman'a düşman denmesi, kılıcını aşağı attığında yasaklandı. Şehre saldıranlar acımasızlardı. Kraliçe kendi bedenindeki, savaşçıların bedenlerindeki yaraları görünce, saldırının acımasızlığını görünce avcunu kaldırdı ve birer damla gözyaşlarından düştü yere. Yere düşerken bir buz kristaline dönüşen gözyaşı ortalığı soğuttu. Savaşçılar ve Kraliçe bedenlerinde onca yaralarla birlikte buz kestiler. Buzdan heykellere dönüştüler. saldırganlar şehri yağmalayıp kaybolduğunda sadık halkı Kraliçe ve savaşçıların yaralı, donmuş heykele dönüşmüş bedenlerini saraya kaldırdılar. Bir gün onların iyileşmeleri için ve kayıp veliaht prensesin bulunup tahttaki hakkını iddia etmesi için halkımız ayinler yapar ve dua eder. Düşmüş şehrimizde her zaman koruyun kendinizi. Saldırganların ne zaman atak yapacağını bilmiyoruz. Kraliçe'nin şefkati ve koruması üzerimizde değil."

'Keşke hikayenin öncesini de bilebilseydim' diye düşündü İdil. Yılan artık görülmüyordu. Nasıl bir şehre çıkacağını merak ediyordu. Kimin saldırdığını, Kraliçe'nin neden kılıcını bıraktığını ve ülkesini savunmasız bıraktığını merak ediyordu. Kayıp Prenses'in kaç yaşında olduğunu ve nerede olduğunu da merak ediyordu. Nihayet tünelin sonuna yaklaştılar. Şehir son derece görkemliydi. Buz tutmuş gibi görünen göğe yükselen sivri çatıların, bir sürü kulenin olduğu bir şehirdi. Çığlık atan şeylerin tepede uçan ejderhalar olduğunu anladı. Hayatında böyle büyük hayvanlar görmemişti İdil. İlgiyle baktı. Kanatlarını çırptıkça etraflarındaki soğuk hava kararıyor ve sanki kömür isi gibi yerlere dökülüyordu. Tünelden çıkanlar hipnotik durumun etkisinden hızla sıyrıldılar ve koşuşturarak kaçmaya başladılar. İdil de koşmaya başladı. Ama nereye saklanacağını bilemedi. Ejderhalar inişe geçip çatıları yağmalıyor, kulelerin bir kısmını daha yıkıyorlardı. Zaten görkemli şehir darmadağınık ve yıkıktı. İdil koşuşturmaya devam etti. 'Kara Ejder!' diye çığlık attı. O esnada göklerde uçmakta olan bir ejderha ona doğru döndü hızla inişe geçti. İdil daha yüksek sesle çığlıklar atmaya başladı koştu koşarken buz gibi zeminde kaydı. Ejder çok hızlı yaklaşıyordu ki o anda İdil'in üzerine kapkara ağır bir şey fırlatıldı. İdil o ağır kürk gibi, deri gibi şeyin altında kalınca korktu çok. Kapkara Ejderha kürke yaklaştı ama dokunmadı, acı acı çığlık attı, alev püskürttü sonra devasa kanatlarını çırparak uçmaya devam etti. İdil hayatında bu kadar korktuğunu hatırlamıyordu hiç. Yerinden kımıldayamadı. Altında durduğu şey ejderhanın pençesinden, püskürttüğü ateşten nefesinden korumuştu onu. Titreyerek yerinde durakaldı İdil. Etraf sessizleşene kadar kaldı yerinde. Ejderha uzaklaştıktan sonra kürkü atan adam kürkü toparladı ve bir pelerin gibi sardı İdil'i. İdil'i kaldırmaya çalıştı ama kadın adamın taşıyamayacağı kadar ağırdı.

"Hadi, biraz yaslan bana. Buradan kaldırmalıyım seni." dedi adam. İdil baktı ona. Gencecik bir çocuktu. Saçları traşlanmış, güvenilir bir yüzü vardı. Yaslandı, dizlerinin gücünü tekrar hatırlamaya çalıştı. Adama tutuna tutuna onun peşinden gitti. Adamın evine basamaklarla indiler. Bir penceresi vardı. Ama sanki yerin bir iki kat altı gibiydi. Şehrin garip bir yapılanması var diye düşündü İdil.

"Ben Şanoğlan" dedi adam. İdil'i özenle şöminenin tam karşısındaki koltuğa uzandırdı. Şöminenin demirden koruma kapaklarını açtı ve hızla ateşi yaktı. İdil hala titriyordu.

"Anlıyorum, korkudan titriyorsun. Buralardan değilsin. Ejderhalar uçarken şehre bedenininde alev alev ışıldayan kan pıhtıları ile girmezdin yoksa. Bir de ejderlere onların dilinden seslenmek! İyi cesaret. Bu kadim dili bilen pek azdır ama bilen kimse onlar böyle öfkeliyken seslenmez. Merak ettim seni."

İdil cevap vermeden dinledi. Korku onu etkisiz hale getirmişti.

"Şimdi uyu, al iç bunu, iyi gelir sana." diyerek bir bardak uzattı. Kırmızı, boğazı yakan ama insana kendini ateş gibi iyi hissettiren bir içecekti. İdil daha evvel böyle birşey tatmamıştı.

"Teşekkür ederim." dedi. Sonra uykulu hissetti kendisini. Şöminenin alevi çatırdarken İdil de uyumaya başladı. Şanoğlan biraz durup İdil'e baktı. 'Nereden geliyor acaba.' diye düşündü. Teni, sesi, konuşması, kullandığı tuhaf dil. Kızı çok merak ediyordu. 'Sonra öğreniriz nasılsa' dedi sonra içinden. Mutfağa geçip bir şeyler hazırlamaya koyuldu. Çok uzun bir zamandır hiç misafiri olmamıştı ve Şanoğlan misafirleri çok severdi.

Son Yazılar

Hepsini Gör

Beyaz Tavuş Kuşu

Evvel zamanda uzak bir diyarda bir kümes sarayı varmış. Orada bir güzellik kraliçerya perisi her bahar bir sürü yumurtalar çalarmış orada...

Kral Baba'nın Kral Kızı

Evvel zamanda ve buralardan çok ama çok uzaklarda bir Kral ve Kraliçe yaşarmış. Kral çok ama çok güçlüymüş. Krallığının sınırları çok...

Kabus

Günler karlı ve sakin geçti. Alahçın Nene'nin gidişinden beri Çatırdayan ev böyle huzurlu hissettirmemişti Aylensis'i. Uzun uzun...

Comments


bottom of page