Hemen hemen bu zamanlar, Karadeniz'in kıyısında yükselen güzelim Küre dağlarına doğru seyahat eden bir kız vardı. Adı İdil'di kızın. Birkaç sene evvelidir bu hikayenin başlayışı. Ben ancak şimdi anlatabiliyorum. İdil, her zaman uzun uzun düşünmüş hayatında. Planlar yapmış, geleceği kurgulamış. Emek vermiş, çok çalışmış. Gencecik ve şaşkın yüzü ile bana bunları anlattığı gün sonra çok yaşlandım bu işlerle uğraşırken dedi. Gülesim geldi, gülmedim. İçim yaşlandı" dedi sonra. Bugünü kaçırmış, anı kaçırmış. Belki herkesin hayatında böyle bir zamanı vardır, böyle aniden, bir film izlerken kalkmış. Eşyalarını toplamış ve çıkmış evinden. Dediğine göre evinden çıkarken, bildiği ve uğraştığı hali ile tüm hayatını da geride bırakmış. İşte hikaye, onun evden çıkışının sonrasında başlıyor önünüzde. Eğer başka bir dünyaya dalmaya hazırsanız buyurun okumaya.
İdil bir veteriner hekimdi. Senelerde üniversite bünyesinde hizmet verdikten sonra aniden ayrılışının arkasında yatanları kimse tam da anlamamıştı aslında. O yüreğinden gelen bir sesin peşinden gitmişti. "Anı yaşamak istiyorum." diyordu giderken ama gittiği yer aslında geçmişiydi. Küre dağlarının orta yerinde yıkık dökük bir taş konak. Artık kıyısında yöresinde doğru dürüst bir yerleşim kalmamış olan bu yeri, bulduğu birkaç usta ve çok sevdiği mimar arkadaşı Selahattin ile birlikte onarmaya giriştiler. İdil'in dedeleri ve nineleri bu eski taş evde yaşamışlardı. Kimi göklere bakmış, araştırmış, kimi yeri sürmüş, toprağı kazmış, kimisi ise şiirler yazmış. İdil'in hatırladığı bir koca dedesi idi. Küçücük bir kızken, dedesi ile at sırtında buraya gelir ve tüm nenelerinin, dedelerinin esrarengiz hikayelerini dinlerdi. Çocukkenden aklında yüreğinde kalan en sıcak anılar buradaydı. Büyük dedesinin savaştan sonra nasıl olup da aklını yitirdiğini, sürekli ormana kaçıp günlerce gelmediğini dinlemek tüylerini ürpertiyordu. Her seferinde onu ormanın derinliklerindeki kayalık mağaranın birinde aç ve zayıflamış, sayıklayarak bulan büyük ninesinin onu nasıl iyileştirdiğini ama büyük dedesinin haftalar sonra gene kaçtığını dinlemişti. Koca dedesi ile ormanlarda sessizce gezip, hayvanların izlerini sürmüşlerdi. Sırtında her daim tüfeği olmasına rağmen, koca dedesi hiç bir zaman ormanda iz sürüp de buldukları ceylanları veya geyikleri avlamazdı. Sabahın erken saatlerinde kocaman ağaçların altında, bir su birikintisinin kenarında asil ve zarif diğelen geyikleri ve güzel boynuzlarını izlerlerdi. Sessiz olarak.
İdil, dedesinin onu hiç sessiz olması için uyarmadığını da hatırlıyordu. Kendisi doğa gözlemine bir sürü çocuk götürüyordu, çocuklar bağrışıp çoğu hayvanı ürkütüyorlardı. İdil minikken bile, bu güzel hayvanları gördüğünde tüylerinin ürperdiğini ve hayranlıktan sesinin çıkmadığını anımsıyordu. Seneler geçmiş ve İdil'i değiştirmişti ama hayranlığından eksilip azalan hiçbir şey olmamıştı. Hayatın anlamının yittiği ve günlerin karabasana döndüğü bu günlerde anımsayabildiği ve içine heyecan veren tek şey bu anılardı. Buralarda olmaktı. Koca dedesi göçüp gideli seneler olmuştu. Ama burada, kurdukları hayaller hala canlıydı. Yürüdükleri patikalar sanki az evvel oralardan geçmişler gibi duruyordu. Ve sanki buralar olanca tüm güçleri ile İdil'i çağırmışlardı. Buraya geldiği ilk sabah, güneş daha yeni doğarken ve kuşlar minik minik seslenmeye başladıklarında İdil dedesi ile konuştuklarını hatırladı. "İnsan yüreğinde getirdiği ateş ile yaşar." diyordu dedesi. "Ateş tutkudur, heyecandır. Heves değil, haz değil, yaşamanın anlamıdır ateş. Onla yaşarsa insan o zaman hayat bitmeyen bir neşe, merak ve keyif sunar." Günlerin karabasana döndüğü ilk sefer değildi bu günler İdil için. Doğudaki bir savaşın kıyısında, mini minicikken yüreği gördükleri, işittikleri, yitirdikleri nedeni ile şaşmıştı. Ölümü bir çocuk aklı ve yüreği anlayamamıştı. Ölüm onun kafasında ve yüreğinde öyle çok büyümüştü ki, yaşamanın anlamını yitirmişti. Ölüler diyarı, sessizlik ve hüzün içeriyor onu da içine doğru çekiyordu sanki. O zaman koca dedesi onu alıp buralara getirmişti. Birlikte yüreğindeki ateşi aramışlardı. Ve o ateşin hayvanlarla, doğada zaman geçirmek olduğunu da birlikte bulmuşlardı. Şimdi gene ateşini aramaya gelmişti İdil.
Yıkılmış taş konağı, büyük bir özen ve hevesle onardılar. birkaç kilometre ötede az haneli köyle dışında çok kimsenin olmadığı bu yerde yaşamak konusunda çok kararlıydı İdil. O zaman Selahattin, onardıkları odalardan birini İdil için şömineli ve kocaman pencereli hale getirirken, karşısındakini de kendisi için tasarladı. Taş Konak kalabalıklaşana kadar veya belki İdil'in gözlerindeki ışık yeniden yanana kadar buralarda olacaktı. Çok hevesle yaptığı binaların içinde yaşamak her zaman bir hevesi olduysa da şimdiye kadar hiç bu hevesi doyurmamıştı. Şimdi işte, doğanın kalbindeki bu yerde Selahattin de kendisi için güzel bir dinlenme alanı, bir ev yapıyordu. Kendi odalarından başka, devasa mutfağı, büyük bir yemek odası, güzel bir avlusu ve konuklar için çokça odası bulunuyordu Taş Konak'ın. Arkada yıkık olan ahırları da düzenlediler. Konak günden güne ortaya çıkıp serpilirken İdil de Selahattin de büyük bir hayranlık içindeydi. İdil'in Koca Dedesi "İlhamla yapılan işlerde yaratıcının varlığı hissedilir." derdi. Belki de ondandır, kim bilir. Taş Konak bittiğinde, Dünya'nın bir köşesinden diğerine büyük bir ivme ile sürekli seyahat eden Selahattin, bu mekanı uzunca bir süre bırakamadı.
Konak günden güne kalabalıklaştı. Mutfağı çekip çevirmek için Fatma geldi, kocası Ahmet ile. Ahmet atlara bakmayı da, ahırdakı hayvanlarla ilgilenmeyi de iyi biliyordu. Sonra konuklar gelmeye başladı. İdil'in ve Selahattin'in yaptığı, doğanın güzide yerindeki bu Taş Konak'ı görmek ve ormanlarda dolaşmak için. Sonra da ormanın kadınları gelmeye başladı. Ormanın kadınları, İdil'i tanıyorlardı. İdil onları küçüklüğünde görmüştü. Sonra herkes ormanın kadınlarının bir efsane olduğunu söylemişti. İdil de tanıştığı bu kadınların birer hayal olduğuna inanmıştı senelerce. İşte şimdi her ay bir yenisi ile tanışırken ondan şaşırıyordu. Çarşamba Karısı ilk gelen Orman Kadınıydı. Tıtışık saçları ve sırtında bir bohçası ile gelmiş ve bohçadan çıkardığı tohumları İdil'e vermişti. Gelip salonun ortasındaki ateşe birkaç dal atmış ve ateşin birkaç gün yeşil yeşil yanmasına neden olmuştu. O kış Taş Konak'ı ısıtmak hiç zor olmadı bu harlı yanan ateş sayesinde. Sonra oturup uzun uzun İdil'e bu Konak'ın Ormanı nasıl koruduğunu anlattı ve kaldığı diğer günlerde onu da peşinden dışarılara çıkarıp mantarları, otları, çiçekleri ve ormanın şifalı ağaçlarını anlattı. Nerede hangi hayvana dikkat etmesi gerektiğini öğretti. Sonra karlı bir günün sabahında çıkıp gitti. Üzerinde doğru dürüst bir kabanı bile olmayan bu kadından öğrendikleri İdil'i büyülemişti. Kışın ortasında ondan aldığı tohumlardan çıkan sebzeler güçlü güçlü yetişti. Ormandan topladığı bitkilerle, bostanda yetişen kara lahanalar, havuçlar ve pırasalar o kış hem konukların hem de İdil ile Selahattin'in damaklarının gördüğü en leziz çorbaların kaynamasına sebep oldu. İşte böyle günler geçtikçe İdil'in hevesi ve heyecanı geri geldi.
Alahçın Nene, bir başka orman kadınıydı Konak'a gelen. O gelirken kuluçkaya bırakmak için bir sürü yumurta da getirmişti ve neredeyse yarım insan boyunda insan azmanı kazlar ve değişik türden ördekler, hindiler, sülünler onun hediyesiydi. Bazı yumurtalardan çıkan toylar, kara tavuk ve keklikler azıcık büyüdüklerinde hemen ormana kaçıp yuva yaptılar kendilerine. Diğerleri Konak'ta kaldı. Alahçın, İdil'i de alıp orman yürüyüşlerine götürdü. Ormanın gizemli patikalarını öğretti. Bir de dinlemeyi öğretti ona. Yaralı bir hayvanı nasıl duyacağını, nasıl yaklaşacağını öğretti. Onu ziyarete gelecek olan diğer orman kadınlarından da bahsetti. Baharın geldiğinin habercisi olan kardelenlerin yanında otururken. Ve dedi "Bana olduğun gibi, Çarşamba Karısına oldupun gibi, iyi huylu ol, dinle ve öğren. Kimisi zordur. Bir bela yaklaşıyor kızım. Ondan orman seni çağırmıştı. Acaba üç vakte mi gelir, üç yıla mı gelir, üç asıra mı bilemem. Hazırlan, uyanık ol, dinle ve öğren. Ormanın sana ihtiyacı olacak vakti geldiğinde." dedikten sonra, İdil'i alnından öpüp kucakladı ve sislerin asılı durduğu ormanın içinde yürüyüp gitti. O gün ve sonrasında İdil biraz ürperdi. Ama gelip geçen bir belaya rastlamayınca, Alahçın'ın sözlerini biraz unutup ormanın yaralı hayvanları ile ilgilenmeye başladı. Yavaş yavaş da ormanın yaban haritasını çıkartmayı kendisine bir meşgale edindi.
Comentários