Bir zamanlar bir uzak diyarda sarı kuklalar yaşarmış. Büyük büyük aileler oluştururlarmış sarı kuklalar. Günlerden bir gün bu kuklalar diyarında bir kara gözlü, kara saçlı sarı kukla bebek dünyaya gelmiş. Miniminicik bu bebekte bir korku hastalığı varmış. Bazı kuklalarda böyle korku hastalığı olurmuş ama bu mini mini kuklada pek ağırmış bu hastalık.
Kuklacık çoğu bitkiden, taştan, ağaçtan, yakınındaki kuklalardan pek çok korkmaktaymış. Uzak denizlerin ötesindeki diyarlarda gezip duran bir dedesi varmış bu kuklacığın. Günün birinde uzak uzak diyarlarda yaşayan dediş kukla, bembeyaz bir gemi ve arkadaşları ile adaya ulaşmış. O gün kucağına korku hastalığına tutulmuş torununu almış ve masmavi gözleri, minik kuklacığın şen gözleri ile karşılaştığında neşe ile parıldamış. İşte o an bir bağ oluşmuş aralarında. Minik kuklacıkları ayakta tutan, hareket ettiren, yanaklarını şişiren veya gözlerini açıp kapatan bağlar gibi bir bağmış işte ikisinin arasındaki bağ da.
Nasıl olduysa bu bağ ikisini bağladıktan sonra mini miniciğin korku hastalığı yatışmış. Geceleri korku içinde çığlık çığlık ağladığında mesela, bağ nedeni ile korku evvele dediş kuklaya gider sonra dediş kuklanın cesareti gene bağ sayesinde mini miniciğe gidermiş böylece mini minicik susarmış. Mini minicik büyüsün, cesur ve kocaman olsun diye dediş kukla bolcadence müzikli türküler çalıp söylermiş. Mini minicik kuklacığı adanın sahillerinde gezdirirmiş. Mini minicikle ve kalabalık aileleri ile sahilde kurdukları çadırlarda güneşin doğuşundan ziyade batışını izlemeyi severlermiş. Mini miniciğin pembeye bir tutkusu varmış, güneş batarken her yer pembiş oluyormuş adalar sahilinde, her yer pembiş olduğunda ortalığı bir zambak kokusu sarıyormuş. Minicik o an denizlerde uzun saçaklı deniz anaları ile yüzüp üşümeyi çok seviyormuş. Dediş kukla uzak uzak sahillere bakıp hem neşeli hem ağlatan müzikli türküler çalıyormuş. Kuklalar ailelerinin ananeleri işte tam o anlarda oynayıp göbek atmayı çok seviyormuş.
Dediş kuklanın gemileri adalarının etrafında biraz geziyor sonra uzaklaşıyor sonra gene geliyor gene uzaklaşıyorlarmış. Dediş kukla nasıl ki torunu mini miniciğe bağlı ise bu uzaklardaki beyaz gemilere de öylece bağlıymış görünmez ipliklerle. Görünmez iplikler bazen dediş kuklayı çekeliyorlarmış, o zaman canı acıdığından olsa gerek dediş kuklanın gözlerinde iki mininicik parlacık damladan yapılık göz yaşları beliriyor tombul yanaklarından yuvarlanıp yere düşüveriyormuş. O zaman mini miniciği alıyormuş kucağına ve başlıyormuş anlatmaya. Gezdiği uzak uzak diyarları anlatıyormuş. Öyle büyük bir özlemle anlatıyormuş ki mini minicik de dedişin peşine takılıp gitmek istiyormuş. Bu çok garipmiş aslında. Ada ülkesini dedişten başkaca terk etmeye cesaret eden kimsecik yokmuş. Çoğu mahallesini bile terk etmez, başka kumsallara bakmaktan çok çekinirmiş. Ama dediş başkaymış. Onun görünmez ipleri uzak diyarlara bağlıymış hep. Geldiğinde uzun kalamaz hep gider gene gidermiş. Bu sefer anlaşılan epeyce kuvvetliceymiş mini minicik ile bağı ki gidememiş. Ama dediş diyormuş ki bir zaman gelecek sen de bizler kadar kocaman olacaksın, o zaman benim gitme zamanım gelecek. Bunu dediğinden mini mini çok korkuyormuş büyümekten. Dedişle yaşadıkları dev kukla ev,nin en tepesine tırmanmaktan, sonra ağacın kökleri etrafında bir belirip bir kaybolan çikelerle oynamaktan, etraflarda salıncaklar gibi sallanan sarmaşıklara tırmanmaktan çokçe keyif alıyor, akşamları sıcacık battaniyesine sarılıp dedişinin türkülü masallarını dinlemeyi pek seviyormuş.
Zaman her zaman olduğu gibi hızla ve hızlıca geçmiş, geçerken mini miniciği de kocaman bir kuklaya çevirmiş. Mini mini, kocaman bir kukla olurken bir sürü şeyi unutmuş. Bebekken korku hastalığı olduğunu veya dedişinin o kocaman olduğunda görünmez iplerinin çektiği yerlere doğru gideceğini mesela unutmuş. Hepimiz gibi. Uzunca boyuyla aşağılara bakmayı, dev bacakları ile ortalığı adımlamayı sevmiş, değişen sesi ile bağırmayı, kollarını koca koca açmayı denemiş, bedeninin gittikçe kıvrımlaşan çizgilerine hayret etmiş. Hulasa zamanlarını böylece böylece işlerle ve keşfederek geçirmiş. Tabi o kocaman olurken dedişe artık dede demeye başlamış. Tam o sıralarda işte dedesinin görünmez iplikleri bolca bolca çekiştirmeye başlamış. Nihayetinde o gün gelmiş. Dedesi kocaman kuklaya elindeki bileti göstermiş. Ardından heves ve heyecanla söylemeye başlamış. Dedesi söylerken masmavi gözleri tıpkı denizin mavisinin güneşle ışıldadığı gibi ışıldıyormuş. “Altı vakte kadar gitmiş olacağım.” demiş “buralardan”
Kocaman kukla korkmuş, dedişinin mutlu olmasını ve görünmez iplerin çekelemelerinden kaynaklanan acıları artık yaşamamasını yürekten istiyormuş tabi ki. Ancak dedişin gitmesi de ürkütüyormuş onu. Ürkmüş işte basbayağı. Ancak zaman gene geçmiş ve dediş onu almaya gelen bembeyaz bir gemiye binerek uzaklara doğru yelken açmış.
Kocaman olmuş kuklamızın hayatında artık dedişinden başka bir sürü şey varmış. Adanın dağlarına tırmanmayı seviyormuş, bulutların arasında zeplini ile gezinmeyi seviyormuş. Şelalelerin yanında dostları ile şarkılar söylemeyi seviyormuş. Adanın farklı yerlerini keşfetmeyi hepsinden de çok seviyormuş. O kadar da çok sevdiği şey olmasına rağmen dediş uzaklaşırken kumsalda durmuş durmuş ve uzakları izlemeye başlamış. Önce dedişin masmavi gözlerini seçemez olmuş, ardından bembeyaz kıyafeti seçilmez olmuş en sonunda bembeyaz yelkenleri de denizin maviliği arasında görememeye başlamış. Kendisini dedesine bağlayan bağı bulmaya çalışmış, bulsa çekecekmiş belki ama bulamamış.
Adanın ormanı da dağları da pek keyif vermemeye başlamış dediş gittikten sonra. Sahilde yürürken ve pembe pembe batan güneşin pespembe ettiği kıyıda zambakları koklarken gözleri acımaya başlamış. Öyle acıyormuş ki gözleri yanaklarından yaşlar yuvarlanıyormuş.
Yaşlar yuvarlanıp yüreği acımış. Koca kukla bu acıyı tıpkı dedesini çeken kukla iplerin dedesinin yüreğini acıtmasına benzetmiş. Ama dedesinin nasıl dayandığına da şaşırmış. Aslında bu görünmez ipten bağın bir mucizesi varmış. Adayı çevreleyen sulara girdiğinde kocaman kukla sulara daldığında dedişin sesini, kahkahalarını görüyormuş. Kimi zaman birlikte anılarını görüyormuş denizlerin mavisinde, kimi zaman dedişin gülümserken ışıldayan masmavi gözlerini görüyormuş. Kimi zaman suların içinde dedesi ile birlikte yüzüyor hatta sohbet ediyormuş. Ona anlatıyormuş ne kadar özlediğini veya neler olmakta olduğunu, tıpkı eski günlerdeki gibi. Ancak bu bağın yaptığı bir büyü olduğundan bağı olmayanlar suya girdiğinde aynı şeyler göremezmiş. Bir de bu bir tür büyüymüş, dedişini tutup çekse sulardan çıkartıp da adaya getiremezmiş. Suların ve bağın gizemli büyüsüymüş işte olan.
Ancak bir zaman sonra koca kuklacık adayı çevreleyen denizlerde yüzemez hale gelmiş. Tropik adaymış sarı kuklaların adası ancak ne olduysa nasıl olduysa adaya karlar yağmış, sis bulutları gelip çökmüş. Denizin suyu öyle soğumuş ki üzerinde buz kesitleri oluşmaya başlamış. Adanın tropik iklimine ve güneşine alışkın olan insanlar adanın yüksek ağaçlı ormanlarına sığınmışlar. Kendilerine sazdan evler yapmışlar ancak karlar ve soğuktan korunmalarına yetmemiş. Ağaçtan evler yapmışlar ancak orman ağaçlarının kesilmesine izin vermemiş. Ancak koca koca gövdeleri olan yaşlı yaşlı ağaçlar gövdelerindeki yarıklarda ağırladıkları canlıların arasına bu insanların da katılmalarından mutluluk duyacaklarını bildirmişler. O adanın kadim ormanında, yaşlıca ve büyükçe ağaçlar ormanın, ormanların dedeleri ve neneleriymiş. Bu koca ağaçların kovuklarında her daim yeşil bir ışık saçılırmış. Bu yeşil ışık soğukta bir aleve döner ve ağacı ısıttığı gibi kovuğun ağırladığı minik canlıları da ısıtırmış. Ancak o ada hiç böylesi bir soğuğa rastlamamış daha evvel. Ve nasıl oldu ise soğuklarla birlikte koca kuklanın bebekken muzdarip olduğu korku hastalığı geri gelmiş. Ancak bebekkenki gibi uçan kuştan, esen yelden değil de bu sefer ormanın vahşi yaratıklarından korkuyormuş.
Daha evvel ada halkı belki ormanın bu kadar içinde olmadığından belki de yaşlıların demesi gibi böylesi soğuk ve sis görülmediğinden böyle canavarlı yaratıklar görmemişler. Tırnakları upuzun ve üçlü gruplar halinde dolaşan üç kollu üç bacaklı, saçları ile tenleri aynı renk olan arçuriler türemiş. Ayakları her daim çıplak ve ters olan bu yaratıkların sesleri kara tahtaya sürtünen tırnak sesleri gibiymiş. Sislerin arasından çıkıp bebekleri olmayan gözleri ile etrafı süzüyorlarmış. Kimsecikler bilmiyorlarmış bu yaratıklar baktığında ne görüyor ama karşısında dursanız ciğerlerinizi bile görebildiklerini hissediyormuşsunuz. Her daim şakrak ve dost canlısı olan, koca çınarların dibindeki oyuklarda yaşayıp türlü şakalar yapan çikelerin bedenlerinde türlü ur çıkmış ve saçları dökülmüş. Gözlerinde bir perde belirmiş ve ürkütücü bir hal almış. Kışın ormanı koruyan bütün hayvanlar uykuya dalmış, inlerine çekilmiş. Ancak ormanın ayıları, kurtları ve geyikleri kimi uykuya kimi inlerine çekildikten sonra ortalıkta sarı kırmızı tüyleri olan güyükler belirmiş. Bu güyüklerin kokuları tiksindiriciymiş ve tüyleri de yapış yapışmış. Bağırdıkları zaman pis kokan nefeslerinden türlü hayalet meydana geliyor ve etrafındaki insanlara doğru uçuyorlarmış. Kulaklarının ve kafalarının etrafında dolanıp insanlara lanetler okuyor onların hasta olmalarına neden oluyorlarmış. Gündüzün kısıtlı birkaç saat ışığında, ataların mezarlığındaki inlere sığınıyorlarmış. Ata mezarlığı kutsal olduğundan ada halkı onları uykularında gaflet avlayamıyormuş. Kutsal alana güyükler dışında kimse giremiyormuş.
Ada halkı ağaçların kovuğunda her akşam Yalın Hanım denilen ateşin korucu cadısına adaklar adamış, dualar etmişler. Onun için kırmızı şallar dokumuş, al al çemberler yapmışlar. Ateşleri azaldıkça Yalın Hanım’a dualar etmişler. Derken sıska ancak alımlı, sanki bir hastalığa uğramış gibi görünen asil Yalın Hanım ormanın sisinin içerisinde görülmüş. Bitkin bir eda ile ormanda dolaşırken ada halkı ve koca kukla saklandıkları ve üşüdükleri kovuklardan dışarı çıkıp Yalın Hanım’ın etrafına toplanmış. Yalın Hanım sıska sesi ile söylemeye koyulmuş,
“ Ateşi güneşi çağırın!” Ateş’ın korucusu hanıma herkes sormuş nasıl diye. E nasıl çağrılacak ateş, en iyi Yalın Hanım bilir. Koskoca boyu ile bir çınar kadar büyük ancak sıska ve betkin olan Yalın hanım zar zor birkaç nefes daha almış. O esnada ortalıkta ürkütücü bir nefes sesi duyulmuş. Yalın Hanım kadar büyük, tek boynuzlu ve kürklü, gri beyaz, ürkütücü beyaz gözleri olan, keskin pençeleri olan bir tür hayvan çıkmış ormanın karşı yakasından. Ağaçları ite ite gelmiş ve Yalın Hanım’a doğru kükremiş. Öyle soğukmuş ki kükremesi, ateşi söndüren soğuk bir rüzgar gibi Yalın Hanım’a değdiğinde Yalın hanımın evvela üzerinde zaten zor seçilen allar kırmızılar uçmuş gitmiş. Ardından zaten soluk olan beti benzi iyice solmuş. En sonunda Yalın Hanım sanki bir mum aleviymiş de sönüvermiş gibi kayboluvermiş ortalıktan. Onla birlikte ağaçların kovuğunda zaten belli belirsiz yanmaya çalışan alevler de sönmüş ve kaybolmuş. Ada halkı ürkütücü azmanın karşısında donakalmış. Azman uzun pençeleri ile havayı birkaç kere tırmalamış. Sonra arkasına dönmüş ve buz gibi nefesi ortalığı daha beter soğutmuş ve sislerle kaplamış. Ardından çekip gitmiş. Kuklalar evvela kendilerine zarar vermed diye sevinmişler ancak bir süre sonra fark etmişler ki kuklaların bir kısmı ayakta duramıyor. Meğerse Azman kuklaları ayakta tutan görünmez ipleri kesmiş. Kuklalar iplerinden mahrum o nedenle ayakta duramayan yere yığılmış kuklaları kovuklara taşımışlar. Beyhude yere ateş yakmaya uğraşmış durmuşlar. Ardından birbirlerine sarılıp beklemeye başlamışlar. ‘Neyi bekliyoruz’ diye sormuş iplerinden çoğu kokan ama güç bela topallaya topallaya yürüyen koca kukla. Kimse cevap vermemiş. Hava soğumaya devam ediyormuş. Koca Kukla tekrar sormuş. Kendine yardım edebilecek bir kukla aramış. Çocukken yaralarını saran kuklaların çoğu bir çuval gibi yığılmışlar. Kimsecikler cevap vermiyormuş. Mahsun mahsun yerlere bakıyorlar, tir tir titrerken birbirlerine sarılıyorlarmış. Bağırmış koca kukla ‘Ne yapacağız?’ diye. Sonra durmuş, düşünmüş. Aklına unuttuğu dedişi gelmiş. Ona uzun zamanlar evvel sisleri dağıtan dualardan bahsettiğini anımsamış. Acaba nasıl dualardı onlar diye düşünmüş hatırlamaya çalışmış hatırlayamamış. O zaman işte topallaya topallaya denizlere doğru yürümüş. Yürümek zormuş ancak denizlere doğru yürümek o kadar da zor değilmiş. Azmanın kestiği görünmez ipler arasında onu dedişine bağlayan ip yokmuş çünkü. Sahile kadar yürümüş. Ancak sahile vardığında onu ayakta tutan son ip de aldığı darbe ve ağır yüke dayanamayarak kopmuş. Kuklacık yığılmış kumsala. Denizin buz gibi suları bedenine değiyormuş. Soğuk bedenini sarmış, sarmalamış. Ancak canının acıdığını hissetmiyormuş. Ağır bir uyku basmış üzerine. Göz kapakları kapanırken dudaklarında minik buz kırıntıları oluşmuş. Gözlerinin kıyıları donduğundan artık gözyaşları akarken ne yüreği ne de gözleri yanmıyormuş. O esnada donmuş gözyaşları nedeni ile koca kukla donmuş suların hareketlendiğini hayal meyal seçebilmiş. Dalgalar başlamış kıyıya vurmaya ve köpürmeye başlamış ortalık. Artık soğuğu ya da hırçın dalgaların tahtadan bedeni üzerinde kırılmasını hissedemiyormuş kuklacık. Korkmuyormuş da hiçbir şeyden. Dalgalar bir girdap oluşturmuş. Girdap artmış ve denizin akıntısı kuklacığı içine içine çekmiş. Soğuk suların içinde karanlık bir göğün altında kuklacık gömülüvermiş. Çaresizlik değilmiş hissettiği. Derinlere ve daha derinlere girdap girdap kıvrılan suyun içerisinde derinlere ve daha derinlere doğru ilerlemiş. Koyu karanlığın içinde hiçbir şey hissetmemiş soğuğu bile. Bir zaman sonra etrafında kıvrılıp duran bir orcanın kaygan tenini hissetmiş. Gömleği orcanın yüzgecine takılmış ve oyunlar oynamak isteyen orca onu çekeleyip derinlerin içinde dolaştırmaya başlamış. Kuklacık nerelere gittiğini bilememiş ta ki her şey alt üst olup da ona tanıdık gelen ışıkların yanıp söndüğü denizler altı ülkesine gelene kadar.
Orada karanlık kumlardan ulu ulu yükselen kuleler varmış ve kulelerin zirvelerinde alevler yanıyormuş. Nasıl olup da okyanustaki kulelerde yanan bu alevler bizim adalarda yanmıyor diye düşünmüş, merak etmiş bizim kuklacık. Ancak alevlerin etrafında dolaştırmış orca onu. Oralarda dolaşırken dolaşırken ısınmış bedeni. Bedeni ısınırken yüreği de ısınmış ve nasıl olduysa denizlerin altında nefes almaya başlamış. Tıpkı yeni doğan bebeklerin nefes aldıklarında acıyan ciğerleri gibi ciğerleri acımış ilkin ancak sonra yüreği acımış. Öyle çok acımış ki gözlerinden yaşlar akmaya başlamış bu sefer. Ağlamış, ağlamış, ağlamış. Orca onu dolaştırmış kulelerin etrafında. Kuklacık ağlamaya devam etmiş. Öyle çok ağlamış ve yüreği acımış ki bedeni sımsıcak olmuş. O minicik gözyaşları denizleri de ısıtmaya başlamış. Kuklacık oralarda orcasıyla dolanıp dururken ada da ısınmış ve koca koca karlar erimeye başlamış. Ardından kulelerden birinde orca bırakmış kuklacığı. Kuklacık kollarını ve bacaklarını hareket ettirebildiğini fark etmiş. Yüze yüze kulelerden birinin üzerine doğru yüzmüş rahatça. Galiba görünmez ipliği çekiyormuş onu. Orada kulenin üzerindeki alevin etrafında dolaşmış ve ateşin arkasında dedişini görmüş. Ağlamasını durduramadan kuklacık sarılmış dedişine. Sarılmışlar, sarılmışlar. Dediş tıpkı eski günlerdeki gibi seslenmiş “Canım ciğerparem!” diye. “Ayrılıkla ölümü demiş terazinin kefelerine koysalar, ayrılık 50 gram ağır gelir, demiş. Koklamış kuklacığı, yediveren gülüm!” demiş. Kimbilir kaç zaman sarılmışlar birbirlerine.
Sonra dediş, kuklacığı almış ve denizler altındaki yelkenlisine bindirmiş. Yelkenli suların içinde yükselmiş yükselmiş. Hangi noktada sulardan çıkmışlar da göklerde dolaşmaya başlamışlar kuklacık anlayamamış. Yıldızların etrafında süzülmüşler ve ay ışığının bulutları aydınlatmasını izlemişler. Dediş yelkenlisini rüzgarlarla doldurmuş ve rüzgara seslenmiş dahası için. Rüzgarın doldurduğu yelkenliği çevirmişler güçlü kolları ile dediş ve kuklacık. Çevirmişler denizlerdeki girdaplar gibi tıpkı göklerde de rüzgarın girdapları oluşmuş ve yelkenlileri ile o girdaptan tüm bulutları toplamışlar dediş ile kuklacık ardından sabahın ilk ışıklarında güneşi selamlayıp adanın üzerinden esmişler uzaklara doğru bulutlarla birlikte. Güneş ortalığı aydınlatıp ısıtırken kuklacığın deniz kenarında uzandığı yere gelip bırakmış dedişi kuklacığı. Güneşin ilk ışıkları ortalığı ısıtırken yelkenlisi ile uzaklara doğru giden bulutların peşine takılmış. Kocaman gülümsemesi ile gülümsemiş koca kuklaya. Ardından söylemiş, ‘Arkanda ben varım unutma hiç bir zaman!’ Ardından eklemiş, ‘İplerimiz umuttan yapılık, umudun olduğu zaman görünmez iplerin belirir gene.’ Dedişin masmavi gülümseyen gözlerini izleyen koca kukla gülümsemiş ve umutla dolmuş içi. Görünmez iplerinin her zamankinden güçlü olduğunu hissetmiş, öyle güçlüymüş ki sanki düşmezmiş daha. Gülümseyerek izlemiş dedişin bu sefer ki gidişini. Bu sefer biliyormuş ki, görümez ipleri dedişe götürürmüş onu ne zaman ihtiyaç duysa. Güneşin ışıkları ile türlü garip yaratıklar ormandan kaybolmuş ve ada ısınmış. Halk sahilde büyük bir ateş yakmış ve ateşin alevleri arasında Yalın Hanım görünmüş. Kıpkırmızı dudakları ve kıpkırmızı elbisesi ile dans ediyormuş alevlerin girdaplarında. Mutlu ve capcanlıymış. Ada o gün ve sonrasında ateşini daha da kaybetmemiş derler rivayette, kaybettiyse bile nasıl getireceğini bilmiş hep. Sonsuzca mutluluğa!
コメント