Evvel zamanda buralardan uzaklarda bir diyarda tam on iki tane prensesler varmış. Bu prenseslerin her birinin başka bir yeteneği varmış. Ülke yüksek boylu ve geniş gövdeli ağaçlarla bezeliymiş. Prenseslerin kimisi ormandaki bezeli ağaçlarda kimisi de ormanın hemen kıyısındaki devasa sarayda yaşarmış.
Sarayda olmak bazı prensesler için eğlenceliymiş. Güzel kumaşlardan elbiseler, binlerce bebek evleri, minik ve süslü bebeklerden oyuncaklar ve bir sürü başka şeyler varmış. Ama sarayda çok akıllı uslu olmak gerekiyormuş. Bu nedenle bizim prenses dışarıda olmayı tercih ediyormuş. Ormandaki yüksek ağaçlar onun evi gibiymiş. Dallarında uyuyormuş, bir daldan diğerine sıçrıyormuş ve bazen yüksek dallara çıkıp oradan tüm ormanı, uzak dağları izliyormuş. İçinde bir başkalık, bir uzakların özlemi varmış.
Tüm prensesler yavaşgene büyürlerken ve hangisinin tahta çıkıp bir Kraliçe olacağı konuşulurken zaman geçmiş. Günlerden bir gün kasabaya bir kadın gelmiş. Kapkara elbiseleri olan gizemli bir falcıymış bu ve insanları ürküten bir görünümü varmış.
O sırada bizim ağaçlara tırmanan prenses, herkeslerden başka olduğundan, söz dinlemediğinden ve prenses olması nedeni ile kimsecikler de ona fazla laflar edemediğinden dallarda olması gerekenden fazla zaman geçirmiş her zamanki gibi. Sonra bir ağaçtan aşağıya hop diye atlamış ki Kara Falcı'nın önüne düşüvermiş pıt diye.
Kara Falcı bakmış kıza ve gözlerini belertmiş. Kız falcıyı görünce korkmuş. Hava çok soğukmuş ve ayakları çıplakmış. Daldan dala zıpladığından dolayı terliymiş ve soğuk havada teninden buharlar çıkıyormuş. Biraz utanmış biraz da korkmuş o nedenle susmuş. Kara falcı kıza bakmış ve
"Ah, müthiş bir prenses!" demiş. Kız kendisi ile dalga geçip geçmediği merak etmiş kadının. Kim görse azarlarmış bu durumda onu. Hemen gidip saklanmak istiyormuş ama öyle korkuyormuş ki kıpırdayamıyormuş yerinden. Kara Falcı, sanki bir tuhaf mantarı inceler gibi incelemiş kızı. Devasa burnunu yaklaştırıp koklamış, saçlarına, parmaklarına bakmış. Dönmüş etrafında ve her seferinde 'Hmm, hmmm' diye sesler çıkartmış.
"Aferin sana cesur kız! Kraliçe olacaksın nihayetinde!" demiş ve yoluna yürümeye devam etmiş. Akşam olup da kız prensesler masasına oturduğunda herkes Kara Falcı'dan bahsediyormuş. Kimlerin kaderini bildi, olacak hangi şeyleri söyledi şimdiye kadar hep bunu konuşuyorlarmış. Sonunda bir sessizlik olduğunda bizim kız da Falcı'dan bahsetmiş.
"Ben gördüm bugün onu!" demiş.
"Nerede gördün, kimle konuştu?"
"Nerede kalıyor, gitti mi, bulur muyuz?" diye sormuş diğer prensesler. Çok meraklılarmış.
"Bunu bilmiyorum." demiş bizim Prenses.
"Ah Kılçık Bacak!" demiş o zaman diğerleri bir ağızdan. Her biri falcıyı görmek ona gelecekleri ile ilgili sorular sormak istiyorlarmış. Ayrıca doğru duydunuz, Kılçık Bacak da bizim kızın lakabıymış. Ağaçlarda dolaşmayı çok seven bu küçük prensesin bacakları öyle inceymiş, insanlar kılçığa benzetirmiş.
"Yok ama benle konuştu." demiş Kılçık Bacak.
"Ne dedi, ne dedi?" demiş herkes. Çok meraklanmışlar.
"Bana müthiş bir prensessin dedi" demiş sonra. O zaman herkes gülmüş. Kılçık bacak çok üzülmüş.
"Üzülme ama, müthişsin. Sadece bir prenses gibi davranmayı sevmiyorsun." demişler sonra. "Eeee, başka neler dedi?" diye üstelemişler.
Bir de dedi ki, Kraliçe ben olacakmışım."
Ama Kılçık Bacak böyle dediğinde masada bir sessizlik olmuş. Herkes prenses olmak istiyormuş ama kimin prenses olacağı hiç de belli değilmiş. Kılçık bacak hariç tüm prensesler Kraliçe olmak istiyorlarmış günün birinde. Bunun hayali ile yaşıyorlarmış hatta. Şimdi Falcı'nın lafından sonra herkes susmakla kalmamış, yemeklerini de bitirmemişler. Yemek sonrası oyun da oynamamışlar. Yataklarına gittiklerinde birbirleri ile sohbet de etmemişler. Asık suratları ile kalıp suskun durmaya devam etmişler.
O akşam Kılçık Bacak çok ama çok üzülmüş. "Keşke öyle söylemeseydim" demiş kendi kendine. Ama çok yorgunmuş ve uyumuş. Bazen böyle zamanlar oluyormuş aralarında. Sabah uyandıklarında herşey düzeliyormuş.
Ama sabah olmuş gene de hiç birşey düzelmemiş. Herkes suskun ve asık suratlı bir şekilde kahvaltı yapmış. Kimse Kılçık Bacak'la konuşmamış. Kendi aralarında fısıldaşmışlar ama onunla konuşmamışlar. Akşama kadar bu böyle devam etmiş. Akşam yemeğinde de böyle devam etmiş. Doğrusu, sonraki günler ve geceler boyunca bu öyle devam edip durmuş. Kılçık Bacak diğer prenseslerle konuşmaya çalışmış.
"Ben Kraliçe olmak istemiyorum ki!" demiş sonunda çok sinirlenmiş.
"Beni oyunlarınıza almıyorsunuz, konuşmuyorsunuz! Ben ne yaptım!" diye de bağırmış. Kimse cevap vermemiş. "Hem Falcı'nın öyle demesi ne anlam ifade eder ki! Yaşlı bir kadın işte!" demiş. Ama diğer prensesler ona cevap vermemişler. Konuşmamaya ve oyunlarına almamaya kararlılarmış. Ama ilk zamanlardaki gibi bunu gizli saklı yapmıyorlarmış. Açık açık belli ediyorlarmış istemediklerini.
Kılçık Bacak bunu ormanda çok sevdiği arkadaşlarından biri olan geyiğe anlatmış. Ama tabi beyaz geyik çok iyi dinlese de cevap vermemiş. "Ben Kraliçe olmak istemiyorum tamam mı! Alsınlar Kraliçeliği kendileri olsunlar!"
Sonra kendi kendine demiş ki ağaçlarda olmayı daha çok seviyorum zaten demiş. Gerçekten ormanda kendisini daha iyi hissediyormuş ve orada zaman geçiriyormuş. Kendisini oraya ait hissediyormuş. Ve böylece ormanda, ağaçlarda daha çok zaman geçirmeye başlamış ama gitgide daha az zamanını sarayda geçirmeye başlamış. İstenmediğini hissetmek tatsızmış doğrusu.
Ormanda zaman geçirmek çok ama çok eğlenceliymiş. Ama yalnız hissettiriyormuş prensese. Saraydaki kütüphaneyi seviyormuş mesela. Kütüphanedeki kitaplar ona bambaşka dünyalardan haberler veriyormuş. Ormandayken, kendi başına ve hayvanları ile iken bunu özlüyormuş. Bir de büyük derslikleri. Ormanın derinlikleri ona çok çekici geliyormuş. Uçsuz bucaksız. Bir çok hayvan dost ile ama aklının, kalbinin bir köşesinde kütüphane ve sarayın büyük salonlarında anlatılan dersler varmış.
Günün birinde Kraliçenin belirlenmesi gerekiyormuş.
Tüm prenseslerin katılacağı şatafatlı bir şölen düzenlenmiş. Büyük Kraliçe ve Kral, prensesler arasından birini Kraliçe ilan edecekmiş. Her yer telaş içerisindeymiş. Çok ama çok coşkuluymuş herkes. Kılçık Bacak çok kötü hissediyormuş. Prensesler ona bakmıyormuş her zaman olduğu gibi. Kılçık Bacak'ı süslemişler. Bembeyaz ve tüllü bir gelinlik gibi kıyafetin içindeymiş. Kendisini öyle konforsuz hissediyormuş ki.
"Keşke bunu konuşabileceğim arkadaşlarım olsa" diye düşünmüş.
Şölen başlamış. Ama orada olmak ona çok kötü hissettiriyormuş.
"Şuna bak, kılçık bacaklarını saklamak için kocaman kollarını açmış." demiş prenseslerden biri.
Diğeri şöyle demiş:
"Bu kollar bir adamda olması gereken kollar. Böyle gezmekten utanmıyor mu?"
"Birazdan duvarlara tırmanacak diye endişeleniyorum. Şöleni hepimizi utandırmadan bitirebilecek mi acaba?" demiş diğer prenses. Oyda ormandaki maceralarını dinlemekten en çok eğlenen prenses de oymuş. Bunları duymak çok kalp kırıcıymış. Kılçık Bacak, yüzünde tuhaf bir gülümseme ile ne yapacağını bilemeden şölende dans ediyormuş. Çok güzel yemekler servis ediliyormuş. Ve bu yemekleri görmek Kılçık Bacak'ın iştahını açmış. Bir zamanlar, bütün prensesler minikken, kılçık bacak ne zaman ağlasa, kılçık bacağın bakıcısı Deli Ateş Nene ona güzel bir çorba çıkarırmış. Her seferinde. Bu nedenle masaya geçmiş. Diğer prensesler gibi gelen insanlarla ilgilenmemiş.
Kocaman bir kase çorba koymuş kendisine. Elleri titriyormuş. Kocaman bir kaşık daldırmış kaseye. Bu en sevdiği kerevizli kuzu incik çorbasıymış. Kokusu bile Kılçık Bacak'ı mutlu etmeye yetmiş. Tam devasa kaşığı ağzına götürürken insan kalabalığının içinden Kara Falcı çıkmış ve kıza bakıp gülümsemiş. Sonra kafasını yaramaz bir eda ile bükmüş:
"Kraliçem" demiş. Sonra kalabalığa geri karışmış. ama Kılçık Bacak öyle endişelenmiş ki kaşıntaki çorbayı bembeyaz elbisesine dökmüş.
"Kara Falcı'yı seni Kraliçe yapması için mi çağırdın ?" diye suçlamış başka bir Prenses.
"Bana neden böyle davranıyorsunuz, ne yaptım ben!" diye bağırmış Prenses, üzerinde çorba lekesi olan elbisesi ile, hemen saray görevlilerinden birisi koşup gelmiş ve Prenses'in kolunu tutmuş:
"Bugün yakışık almaz Prensesim." diye uyarmış.
"Bırak beni! Yeter artık, kimsenin bana böyle davranmasını istemiyorum!" diye hırlamış, gürlemiş Kılçık Bacak.
"Şu edepsize de bakın hele. Üstünün başının haline bal. Şu hoyrat davranışlarına da bak. Bu mu Prenses olacakmış." diye fısıldamışlar.
Bu da artık Kılçık Bacak'ı sinirlendiren son şey olmuş. Prenses elbisesinin eteklerini yukarı doğru kaldırmış. Kılçık gibi incecik bacaklarındaki, kristalli topuklularını şölen salonunun ortasında bırakmış ve hırçın adımlarla yürüyüp gitmiş. Yürüyüp giderken daha da bir şeyleri kırmaya ve dökmeye devam etmiş.
Sonra koşmuş, koşmuş. Hava iyice kararıncaya kadar ve artık şato görünmeyene kadar da koşmaya devam etmiş. Sonunda ormanın uzak bir köşesinde kaldığında tam da kendisini çok yapayalnız hissederken beyaz geyik gelmiş. Kız geyiğe bakmış, geyiğin pürüzsüz beyazlığına bakmış. Bir de kendi elbisesine bakmış.
Çok yorgunmuş. Ama içinden kendisi de diğer prensesler gibi düşünüyormuş. Kraliçe olmak istese de olamayacağını içinden biliyormuş. Bir Kraliçe'de olması gereken şeyler onda yokmuş. Zerafet mesela, nezaket, ağırbaşlılık... Bunları ona söyleyen Deli Ateş Nenesi'ymiş. Öyle yorgun hissetmiş ki çökmüş omuzlar. Omuzları çökünce geyik kızı sırtına almış. Kız geyiğe sarılmış ve öylece kalmış. Geyiğin sırtında yürürken ağrıyan bacaklarını rahatlamış ve ağlarken acıyan gözleri ve göğüs kafesi, geyiğin nefesinin ritmiyle suskunlaşmış. Böylece kız uyuyabilmiş.
Uyandığında artık saraydan çok uzak bir yerde olduğunu biliyormuş. Ormanın başka br yöresinde ama epey derinliklerindelermiş artık. Tek tük orman evleri görünüyormuş etraflarda. Kız kendisine ormanda bir ağaç kavuğu bulup orada bir ev yapmış. Bir süre sadece geyik arkadaşı varmış ama sonra ormanın gölgeleri ile, derelerin perileri ile, orman cadıları ile ve çikelerle dostluk kurmuş. O geldikten sonra ormanın tam o köşesi, sihirli orman yaratıklarından ve ormanın güzel ve gizemli hayvanlarından epey zengin bir hale gelmiş.
Bu arada sarayda Kraliçe'nin belirlenmesi için düzenlenen şölende Kral ve Kraliçe tahta çıkmışlar ve prenseslerden hangisinin tahta geçeceğini belirlemek için Kara Kahin'i de çağırarak bir masal etrafında oturmuşlar. Masanın ortasında devasa bir harita varmış. Ve ülkeleri ile birlikte başka ülkeler, dağlar ve ormanlar varmış o haritada. Her bir prensese ülkenin bir kısmı verilmiş, Kraliçe olmak için yönetmesi gereken. Ancak ülkenin en büyük kısmı, Karanlık Dağlar ve Dağlık Ormanlar, bu işten anlayacak Kılçık Bacak'a verilmiş. Oralardaki halka hükmedilmesi çok zormuş, dağlık ve ormanlık alanlar tarım için uygun değilmiş ve gösterişli şatolar da yokmuş. Ona uygun dşye düşünmüş herkes. Ancak e fazla toprak verilen Prenses, günü geldiğinde Kraliçe olmaya en çok hakkı olan olurmuş.
Kral ve Kraliçe Kılçık Bacak'a bu haberi uçurması için elçilere görev vermişler. Ardından, çok yaşlı halleri ile artık görevlerini devretmiş ve Dünya'yı görmeye merak salmış bir çift olarak yola çıkmışlar. Ancak diğer 11 prenses, elçilerin yollarını kesmiş ve onları zindanlara göndermiş, Kral ile Kraliçe ayrılınca. Birbirlerine de, böyle bir dağlının ülkeyi yönetmesine gerek yok demişler. Ülkemizin iyiliği için. Herkes ülkesini yönetsin ve günü geldiğinde hangimiz iyiyse Kraliçe de o olur demişler.
Kılçık Bacak, ormanda iyice yerleşip acılarını ve üzüntüsünü unuttuktan sonra kalbi merakla dolmuş. Ormanı, çevre köyleri ve kasabaları merak eder olmuş. Kasaba halkından uzak duruyormuş. Gene istenmemekten korkuyormuş. Hem ormandaki perilerin ve geyik kadınların söylediği kadarı ile insanlar orman halkını pek sevmiyorlarmış. Böylece Beyaz geyiği ile Kılçık Bacak ormanda gezinmelere başlamış. Ve ormanı iyice keşfetmişler.
Unutulduğu ve kendilerini anan kimseler olmadığı için gittikçe görünmezleşen orman perilerine şarkılar söylemiş Kılçık Bacak, pek güzel de değilmiş aslında sesi. Ama işe yaramış ve periler ışıldamış. Ormanın karanlık yerlerinde çoğalıp da ormanın ruhlarını ürküten ürpertici varlıklar gölgelere çekilmişler bu sayede. Ormanın karanlığı azalmış. Ormanda açtıkları patikalardan yürüyenler artmış ve ormanın içinden ylculuk etmeyi seven orman cadıları ve şifacılar daha uzak yerlere hep ormanın içinden yürümüşler. Orman canlanmış ve bazı yıldızlı geceler rüzgarla birlikte orman halkı ve hatta ağaçlar şarkılar söylemeye başlamışlar.
İşte bu yıldızlı gecelerin birinde, Kılçık Bacak, beyaz geyiği ile dolaşırken ormanda tekinsiz karaltılar görmüş. Önce çekinse de bu durumdan sonra temkinli bir şekilde karaltıları takip etmeye karar vermişler. Bir süre sonra bu karaltıların, siyah kukuletalar giymiş insanlar olduğunu anlamışlar. Sırtlarında taşıdıkları deriden çuvalları ormanın en karanlık ve ürpertici yerinde indiriyorlar ve beyaz bir yumurta bırakıp hızla kaçıyorlarmış.
Ormanın bu karanlık yerleri pek ürkütücüymüş ama Kılçık Bacak ve Beyaz Geyik yumurtalardan birini almaya karar vermişler. Ormanın o en karanlık yerlerinde sanki havasızmış gibi ağır bir hava varmış ve ağaçların etrafında tüyler ürpertici yaratıklar var gibi görünüyormuş. Çok fazlasıyla endişelenerek girmişler ve kendilerine en yakın yumurtaya ulaşmışlar. Onu hemen alıp karanlık ormandan uzaklaşmışlar.
Kılçık Bacak yumurtaya nasıl bakılacağını bilememiş. Bu nedenle ormandaki beyaz kuşlardan irice bir tanesini çağırmış. Kuş, yumurtayı sarmış sarmalamış ve ona iyi bakmış. Orman halkı olarak merakla bakmışlar, beklemişler ve bir gün yumurta çatırdamış. Çatırdamış ve içinden çok güzel bir geyik kız çıkmış.
Orman halkı çok sevinmiş bu duruma. Tüm hayvanlar da gelmiş sonra. Kılçık Bacak da çok sevinmiş ve minik geyik kızı koruyup büyütmeye başlamışlar. Doğrusu geyik kız çok ama çok tatlışmış. Ona masallar anlatmış, elbiseler örmüş dikmiş ve bildiklerini öğretmişler. Uyuması için hep birlikte şarkılar söylemişler ve bazen huysuzlaştığında onu geyik sırtında gece yürüyüşlerine çıkartmışlar. Bunlar çok eğlenceli olsa bile aslında çok da yorucuymuş aynı zamanda. Kılçık Bacak, bir çocuğa bakmanın ve büyütmenin bu kadar zor olduğunu asla tahmin edemezmiş.
Bebekler, çocuklar büyürlerken geceleri de sık sık uyanırlamış, bunu da öğrenmiş Kılçık Bacak. Ama gece küçük geyik kız için uyandıktan sonra hemen geri uyuyabilmeyi öğrenememiş. Uyandığında tekrar uyumakta sorluk çekiyormuş. Böyle gecelerden birinde düşünmüş, düşünmüş ve sonunda geyiğe sormuş:
"Acaba başka yumurtalar da bıraktılar mı insanlar?"
Geyik endişeli gözleri ile bakmış ve kafasını sallamış.
"Peki ne oluyor o yumurtalara?"
Geyik çok üzgün bir eda ile başını bükmüş ve gözlerinden birer damla gözyaşı düşmüş.
O zaman Kılçık Bacak çok üzülmüş. Çok endişelenmiş. Çok suçlu hissetmiş kendisini. Karanlık ormanda ürkütücü varlıkların elinde kalan yumurtaları kurtarabilir mi bunu düşünmüş ve kukuletalı adamların neden ormana yumurtaları bıraktığını düşünmüş ve de bu yumurtaları kimin doğurduğunu da düşünmüş. Bütün gece sabaha kadar endişe içinde ormanın içinde dolanmış.
Ertesi gün orman meclisindeki perileri, cadıları ve yetişkin geyik kadınları çağırıp durumu anlatmış. Birlikte düşünüp taşınmışlar ve Ormanın kadınları ile Şifacı Anne'leri çağırmaya karar vermişler. Bütün beyaz güvercinleri çağırmışlar ve onlarla orman kadınları ile şifacılara haber yollamışlar. Beklemişler ardından. orman kadınları ve şifacılar ormanın patikalarından geldiğinde olan biteni onlara anlatmışlar. O zaman şifacılar ve orman kadınları parıldayan ışıktan bir iksir yapmışlar ve bu iksiri boyunlarına asmışlar beyaz geyik ile Kılçık Bacak'ın. İkisini Karanlık ormana göndermişler ki olduğunca bir sürü yumurtayı kurtarsın diye. Sonra Asaları ile topuklarını yerlere vurarak şarkılar söylemişler ve rüzgar esmeye başlamış. Rüzgar eserken kadınlar sallanmış ve kocaman gövdesi olan Ağaç Annelerin gövdelerinde kovuklar yarılmış. Sonra ormandan ayılar gelmişler ve kovuklara girmişler. Senenin ilk karı yağarken kovuğun aydınlık yerlerini de kendilerine ev etmişler orman kadınları ve şifacılar. Ayılar onlara hem şifa vereceklermiş, hem ısıtacaklarmış hem de koruyacaklarmış. Hem de bunları kış uykusunda yapacaklarmış. Güzel, şefkatli ayılar diye düşünmüş Kılçık Bacak. Çok korkarak Karanlık ormana girmiş ve geyiği ile birlikte olabildiğince yumurtaları toplamış. Bunu kış iyice bastırana ve artık yumurta kalmayana kadar yapmış. Ormanın kadınları da Arçurileri uyandırmış ve arçuriler (ormanda birlikte gezen üç kollu üç bacaklı her yeri ağaç gövdesini andıran saçlarla kaplı , sesleri tiz ve tırnakları uzun ürkütücü orman cinleri) kukuletalı siyah adamları ürkütmekle görevlendirilmiş.
"Bu kış yumurtadan çıkan geyik bebekleri koruyup büyütelim ama bu adamların da peşine düşmek lazım. Azıcık gücümüzü toplayınca peşlerine de düşmeli" demişler Orman Meclisi ve orman kadınları ile şifacılar.
Böylece bir taraftan geyik bebeklere bakmışlar, büyütmüşler, bir taraftan kara kuzgunları görevlendirmişler ki Siyah Karalı adamların ne olduğun, nereden geldiğini bulsunlar.
Böyle böyle zaman geçmiş. Geyik bebekler büyümüşler ve ormanın nüfüsü artmış. Ama bir sürü haberler de getirmiş kuzgunlar. Kasabalarda bazı kadınlar sancılanıp kıvranıyor sonra bu yumurtaları doğuruyorlarmış. Yumurtalar ışıl ışıl ışıldıyormuş ama bu kadınlar cadı ilan ediliyor ve boğduruluyorlarmış. Yumurtaları imha etmek tehlikeli olur diye düşündüklerinden de Karanlık Oran'a atıyorlarmış.
Orman Meclisi düşünmüş taşınmış. Bu geyik bebeklerin öksüz hallerine pek üzülmüşler. Zavallı kadınları kurtarmak gerek demişler. Önce elçi gönderip uyaralım demişler. O zaman Kılçık Bacak gitmiş beyaz geyiği ve geyiğin sırtında biraz büyümüş geyik kızı ile.
"Ey Ahali, ben prenses Kılçık Bacak! Sizlere buyuruyorum, Karanlık Orman tehlikeli ve bir daha o ormana yumurta bırakılmayacak! Yasaklıyorum. Ve Geyik Kızları Öksüz bırakanlar kendilerini açık etsinler, onları idam ile yargılayacağız!" diye bağırmış. O zaman kasabalılar Kılçık Bacak'ı ve geyiği, minik geyik kızı taşlamışlar ve aralarında bir tanesi çıkıp
"Sizler gibi lanetlilerle görüşmeyeceğiz. Kadınlarımız kirlendi ve bu yumurta laneti türedi. Kendi kadınlarımızı katlettik sizler yüzünden. Sizi de katledeceğiz. Bir daha kasabamıza gelmeyin" demiş.
Kılçık Bacak çok sinirlenmiş ve öfkesinden köpürmüş. Ancak öyle çok sinirlendiğinde bacaklarından alev çıkmış ve bedeni alev alev yanmış. O zaman kasabalılar ürküp geri kaçmışlar ama bağırmışlar:
"Lanetli cadılar! Bu cadıyı istemiyoruz! Orman ahalisinden kimseleri istemiyoruz, gidip prenseslerimize söyleyeceğiz." diye.
Kılçık Bacak da öfke ile ormana gitmiş. Ama anlamış ki diğer prenseslerle karşı karşıya gelmesinin zamanı. O zaman ormanda dolaşıp kendisine bir ordu toplaması gerektiğini biliyormuş. Kış bitmek üzereymiş ve tüm orman ahalisi, zorlu kışın etkisi ile bitap haldeymiş. Nasıl olacak diye hem kendisi hem de orman meclisi kara kara düşünüp duruyormuş.
Comments