Bazen hevesle beklerken günler seneler gibi geçer, bazense aylar dakikalar gibi. Bu sefer zaman Teos için de, kız kardeşler için de hızlı geçti. Dokuz ay bitip de onuncu ay geldiğinde Gülriz, geniş bir hasır sepetin içine kızkardeşlerin dokudukları tüm dokumaları da yerleştirdi ve Teos’dan denize akan nehrin kıyısına taşıdı. Mevsimler dönmüş gene sonbahar gelmişti. Henüz başka yapraklar sararmamış olsa da nehrin kenarında kalın kökleri ile heybetli görünen çınarlar o her sene yaptıkları gibi Teos’a en erken sarı yaprakları getirenler olmuştu.
Pahalı bir bilezik takıyormuşçasına gururla taşıdığı bileğindeki lekeyi açıp okşadı Gülriz, beline kadar sulara girmişti. Havalar çoktan soğumuş olsa da Gülriz’in bedeninde sanki bir ateş yanıyordu. Çok heyecanlıydı. Ellerinde dokumalar vardı ve onları nehrin sularında yıkıyordu kardeşleri ile. Akıntı hızlanıp da havada tehlikeli bir rüzgar esmeye başladığında kardelerisudan çıktılar. Gülriz ise sudan çıkmıyordu. Yıkamayı da bırakmıştı ama ensesinde bir his vardı. Temkinli olmasını fısıldayan bir his. Karnında kelebekler uçuşuyordu sanki, bacaklarını okşayıp geçen soğuk sular onu üşütmüyordu, aksine ferahlatıyordu. Kardeşleri seslenmeye devam etti. Gülriz sulardan çıkmadı. Merakla akıntıya doğru bakmaya devam etti. Yağmur yağmaya başlamıştı. Suyun dalgaları arasında bir sepet gördü Gülriz. Yüreği hızlı hızlı çarpmaya başladı ve ayaklarının altında bir yükselen bir alçalan çakıl ve kayalara basa basa sepete doğru ilerledi. Kulakları bir ses duymayı bekliyordu. Nehrin suları yükseliyordu ve akıntı hızlıydı. Gülriz’den bir başkası olsa suların içinde böyle dik durabilmeyi ve yanında hızla geçen sepete çevikçe atlayıp tutmayı başamazdı. Ama Gülriz yapmıştı. Nefesini tutup sepetin içine baktı. Bir bebek, kundağından uzanan zarif boynunda kül gibi bir lekesi olan bir bebek. Nehrin sularının iştahı gibi, iştahlı gözyaşları akın etti Gülriz’in gözlerine. Her yer buğulandı o zaman. Hayatında böyle mutlu olmamıştı Gülriz. Mutlu, heyecanlı, şükran dolu, neşeli… Sepeti kucaklayıp kıyıya yürüdü. Sırılsıklamdı ve bebeğini taşıyordu.
Hızlı adımlarla deliler gibi eve doğru koşmasını izleyen kardeşleri de telaşla onun peşinden koştular. Nehirden gelen sepetin içinde ne olduğunu anlamışlardı. Eve girdiklerine zar zor nefes alan, gri bir küle benzer bir lekenin boynunu kapladığı bebeği gördüklerine her biri nefesini tuttu. Gülriz ağlıyordu. Kardeşlerine ateşi yakmalarını emretti. Bebeği temiz ve kuru şeylere sardı. Kendisi de üzerindeki ıslak şeyleri çıkarttı. Kalın bir battaniyeye sarıldı ve tenine yatırdı bebeği. Üşümüş, zor nefes alan küçücük bebeği hayatta tutabilmenin yolunun bu olduğunu biliyordu. Kadın olduğu için biliyordu. Bebek, Gülriz’in tenine yatınca hareketlendi. Minicik ellerini ve ayaklarını oynattı. Bir süre sonra aranmaya başladı. Suzan telaşla çıktı evden. Köye doğru koştu. Bir süt nine bulmaktı niyeti.
Suzan eve döndüğünde bebeği uyurken buldu. Yanında bir değil iki süt anne getirmişti. Kadınların ikisi de minicik, çelimsiz bebeği almaya çalıştı. Gülriz inatla vermedi. Nasıl olduğunu kendisi de açıklayamıyordu ama bebeği emzirdiğini, doyurduğunu biliyordu. “Sadece doğuran kadınlar değil, tüm kadınlar bir bebeği emzirebilir.” dedi süt annelere. Bebeğini bir anlık bile bırakmak istemedi. Öyle güçsüz nefes alıyordu ki, göğsüne yaslamış şekilde uyumasına izin verdi.
Sonraki günlerde bebeği el birliği ile büyüttüler. Gülriz’in aşırı korumacı tavrını süt anneler kırmayı başardılar. Minicik ve çelimsiz bir bebeği beslemek ve büyütmek zor olacak dediler. Safiye bol bol yahniler ve pancar çorbaları yaptı evdeki kadınlara. Ve üç kızkardeşin evinin bacası sonbahardan itibaren tütmeye başladı. Artık geceler de gündüzler kadar ayaktaydılar ve hayatlarında hiç olmadıkları kadar neşeliydiler.
Lekeli kızın ismini düşünmeleri çok uzun sürdü. Herkesin kendince isim önerisi vardı ve tartışmaları günlerce, gecelerce devam ediyordu. Üç müzmin kızkardeşin evine sepetle gelen bebeğin haberi tüm köye yayıldı. Kadınların bu neşesi ve talihi herkesçe kutlandı. Eve hediyeler geldi. Koruyucu tılsımlar, süt arttıran börekler, rengarenk bebek kıyafetleri ve battaniyelerle bezendi ev. Gülriz kızın isminin illa da ‘Türkan’ olmasını istiyordu. Kraliçe olacak diyordu. Geleceğin kraliçesi. Suzan ‘Vuslat’ olsun diyordu. Safiye ise ‘Tülu’, evimize güneş gibi doğdu diye. Tüm köy, günden güne büyüyen ve güzelleşen minicik bebeğin hangi ismi alacağını merakla baklamaya başladı. Günlerce her hanenin meselesi bu oldu. Zamanla küçük kıza kimi zaman Türkan kimi zaman Küllü diye seslendiler. Ama Gülriz ortalardayken ona küllü demeye cesaret eden olmadı.
Kızın kapkara gözleri, bedenini garip bir şekilde saran küle benzeyen leke de Gülriz’e benziyordu. Zamanla Türkan’ın da saçlarında kızıllar görülmeye başladı ve hali, tavrı Gülriz’e iyice benzedi. Sepetle gelme hikayesi herkesçe çok iyi bilinmesine rağmen bu müthiş benzerlik insanı şaşkına düşürecek nitelikteydi. Küllü, Gülriz’in kopyası gibi bir çocuktu. Huy olarak da öyle; kimseler yanındaysa neşe küpü gibi oluyordu. Kendi başınayken usul usul ağlıyordu. Böyle olduğunu gördüğünde Gülriz’in yüreği şefkatle kabarıyordu. Onun içindeki tüm hüznü dindirmek ister gibi kocaman sarılıyordu yavrusuna. Küllü Türkan, neşeli olduğu kadar akıllıydı da. Hızlı büyüyor ve çabuk öğreniyordu.
İlk seneleri mutlulukla, sarılmalar ve gülüşmelerle geçti. Bakışları, çıkardığı sesler ve konuşmayı öğrenemese de hecelemeleri, Küllü’nün herkesle anlaşabilmesini sağlıyordu. Emeklemeleri hızla adımlara döndü. Mutlu zamanlar hızlı geçer. Gülriz için, kadınlar için, Küllü için de öyle oldu. Zaman hızla geçti ve Küllü konuşmayı öğrendi, büyüdü, iri siyah bakışları olan, kumral kahve saçlarının aralarında kızılları görünen ve Gülriz’e göre sanat eserine benzeyen bir kül lekesi olan güzel bir çocuğa dönüştü.
Bir bahar akşamı, Gülriz elinde kocaman sepeti ile eve doğru yürürken hayranlıkla bakıyordu karşısındaki manzaraya. Deniz, arkadaki yeni yeşeren ve yıkık kalenin surlarının görüldüğü dağ, bahçeleri ve camları çiçeklerle süslü olan evler, bahçede başka çocuklarla oynayan Küllü’yü gördü. Herkes gibi o da Türkan yerine Küllü diye geçiriyordu aklından sonra kızıyordu kendisine.
Biraz daha yaklaştığında Türkan’ın diğer çocuklarla kavga ettiğini gördü.
“Bizim annemiz var senin yok!” diyordu çocuklar Türkan’a.
“Benim annem var!”
“Kimmiş, neredeymiş? Neden seni sepetle salmış?”
“Sepetle salmadı ki annem beni”
“Adı ne?”
“Gülriz, annem Gülriz benim.”
Küllü Türkan böyle söylediğinde içi buruldu Gülriz’in. Ne kadar acımasızlar diye düşündü diğer çocuklar için.
Gülriz’in geldiğini görünce Küllü, Gülriz’e doğru koşmaya başladı. Gülriz sarıldı yavrusuna. Aralarında kızılların da görüldüğü kahve kumral kabarık saçlarını okşadı. Sonra diğer çocukları kovaladı oradan.
Gülriz ocağı yakıp, Küllü’nün en çok sevdiği çorba için birşeyler doğramaya başladı. Taze sarımsak ve pırasa, yemyeşil pişirdiği ısırgan çorbasına çok ama çok yakışıyordu. Toprak bir tencerede pişiriyordu Gülriz çorbasını. Yeşilin kızıla çok yakıştığını düşünüyordu. Kişnişleri evdi mermer havanında, tereyağını çıkarttı. Küllü mahsuz mahzun duruyordu bir köşede. Bakır tepsisini çıkarttı. Isırgan çorbasına en çok mısır ekmeği ile yoğurt yakışıyordu. Mısır ekmeği için ununa su eklemeye başladı. Herkesin aksine Gülriz incecik bir hamur yapıyordu. Bu incecik hamura maya katmıyordu.
“Annem sensin değil mi Gülriz?”
“Hayır miniğim. Yavrum benim!” Gülriz eğilip minik kızının minicik burnuna bir öpücük kondurdu.
“Annem Safiye mi?”
Gülriz gülümseyerek “Hayır tontoşum” dedi.
“Suzan mı?”
Gülriz bu sefer mutfaktaki işlerini bırakıp geldi kızının dizlerinin dibine çömeldi. Şefkatle kaldırdı bakışlarını. Yok yavrum, hiçbirimiz seni doğurmadık. O çocukların sorduğu anlamda annen değiliz. Ama senin bize gelmeni diledik, buralardan uzaklarda bir diyarda doğdun sen güzel kızım. Ama kaderin öyleymiş, seni bir sepete koymuş ve bize göndermişler. Anlamayan kocaman gözlerle bakan Küllü’ye sarıldı Gülriz. “Ama sen bizim kızımızsın. Seni doğurmadık ama biz büyütüyoruz. Çok çok severek büyütüyoruz. Herşeyden çok severek büyütüyoruz. Sonra sarıldı Küllü’ye.
Küllü anlamayan gözlerle bakmaya devam etti ama kafasını Gülriz’in göğsüne yasladığında sakinleşti. Gülriz, büyümüş olmasına rağmen hala bebeğiymiş gibi sevdiği kızını kucağında tutarak pişirdi çorbayı, kuzineye attı mısır ekmeğini ve pişmesini beklerken, Küllü de kucağındayken sallanmaya başladı sandalyesinde. Küllü uyuyakalmıştı kucağında. Kızının mis gibi kokan saçlarını çok seviyordu. Yüreğindeki sevgi öyle büyüktü ki. Küllü’yü kandırmaya kıyamadı. Ona karşı her zaman dürüst olacağına söz vermişti kendisine. Annesiz büyümenin acıttığını biliyordu. “Buradayım, her zaman, senin için, güzel kızım.” dedi. Biliyordu her zaman onunla olacağını. Koruyacağını, bu düşünce rahatlattı içini.
Kommentare