Evvel zamanda buralardan uzak bir kıyıda, nehirlerin ve denizlerin birbirine karıştırdığı, zeytin, limon, portakal ve fındık bahçelerinin yan yana olduğu bir ülke vardı. Bu kıyı kasabasının bereketli toprakları meşhurdu. Bereketin sebebi bundan binlerce sene evvelinde saklıydı:Bir zamanlar o topraklar denizlerin çok çok derinlerindeyken, bir gün yer sarsılmaya başlamış ve o gün bu adalar ve kıyılar yer üstüne çıkmış. Toprakları volkanik küften ve okyanusun suyundan zengin olduğu için bereket ve bolluk bu kadar çoktur o kıyı ülkesinde.
Adı Teos’tu ülkenin. Teos’un bereketli toprakları, bir sürü küçük şirin evlerle ve nehirlere yaslanan su değirmenleri ile bezeliydi. Bu şirin evlerin camlarının önleri ve bahçeleri çiçeklerle doluydu her daim. Köyde yaşayanlar birbirlerini sever ve sayarlardı.
Teos’ta birbirini izleyen sakin ve keyifli günler hüküm sürerdi. Ta ki bir o geceye kadar. İşte o gece, kıpkırmızı saçlarının aralarında beyazları seçilebilen omuzları dik bir kadın ormana doğru yürüyordu. Kadının adı Gülriz’di. Seneler evvel ormanlardaki hayatlarını bırakıp Teos’a taşınmıştı kardeşleri ile birlikte. Üç kardeş, üçüz olarak dünyaya gelmişlerdi. Aralarında ilk doğan Gülriz’di.
Ormanda yaşarlarken hayatları eğlenceliydi. Başka cadılar, bir sürü hayvan, ağaç ve ruhlar, cinlerle geçen uğraş dolu günleri oluyordu. Ancak insanlardan uzak hayat üç kardeşe de derin bir yalnızlık hissi veriyordu. Teos’a yerleştiklerinden beri mutlu ve kalabıktı hayatları. Gülriz,
sabah bisikleti ile su değirmeninin yanındaki fırıncıdan ekmek almayı ve ayak üzeri laflamayı seviyordu. Dokumalarını her Cuma, kasabanın pazarında sergileyip övgüler almayı seviyordu. Akşamları kasabalılarla birlikte eğlenmeyi, koca Çınar’ın altında kurulan büyük sofralarda en lezzetli yemeğin her zaman kendisininkinin olmasını seviyordu. Kırlarda atları sürmeyi seviyordu. Her perşembe balık almak için sabah dönen kayıkçıları karşılamaya gittiğinde senelerdir ona aşık olan Korkak Cemal’i selamlamayı ve sohbet etmeyi de seviyordu. Ancak üç kardeş, en çok da Gülriz bir başka büyük eksiklik hissediyordu hayatlarında. Neşe ve mutluluk verecek bir yaşam, minik bir yaşam, bir bebek.
Tabi bir kadının veya bir cadının bir bebeğe sahip olmasının en doğal yolu bir evlilikten veya bir beraberlikten geçer. Gülriz çok çok eskiden aşık olmuştu. Bir bebek sahip olmayı arzuladığı bir aşktı onun için. Ancak o aşk büyük bir felaketle sonlanmıştı. Gülriz hiçbir zaman bu konudan bahsetmezdi. Sadece üstü kapalıca ‘bedenim artık bir can taşıyabilecek durumda değil’ derdi. İşte insan sahip olamayacağını arzular belki her zaman. Gülriz de uzunca bir süredir sürekli bir bebek sahibi olmayı arzuluyordu. Aklında bü düşünce varken uyanıyor sonra da bu düşünce ile uyuyordu. Sıradan, bildiğimiz yollardan değil de bir cadının belki de ancak korkusuz bir cadının başvurabileceği tehlikeli yollardan. O gece de işte bu büyük arzusunu gerçekleştirmek için kararlıydı.
Üç kardeşin evleri ormanın kıyısındaydı. Hatta ormanın biraz içindeydi bile. Çok eski bir mezarlığın karşısında. Bir bebeği bir cadıya getirecek büyülerin tamamı Dolunay’ın en çok ışıdığı gecelerde yapılabilirdi, o gece de Dolunay ışıl ışıldı gökyüzünde. Gülriz, bir şeyi çok tutku ile istediğinde saçlarındaki kızıllar alev gibi parlardı o gecede ay ışığının aydınlattığı ormanda saçlarındaki kızıllar alev gibi, beyazlar ise ay gibi parlıyordu. Kardeşlerine yapacağı büyüden bahsetmemişti. Bahsetse muhakkak engel olurlardı. Asırlardır böyle bir büyüyü yapmaya cesaret eden cadı olmuyordu. Son derece tehlikeli bir işe kalkıştığının farkındaydı. Bedeli ne olursa olsun ödemeye de hazırdı. Bu çok eski bir büyüyü uygulamak için ormanın derinliklerindeki ıhlamur ağacının koca kovuğuna doğru ilerlemeye devam etti.
Bir zamanlar bu kovukta da yaşamışlardı üç kardeş. Orada bıraktıkları malzemelerden gerekli olanları alıp kovuğun önündeki avluya taşıdı Gülriz. Etrafta bulduğu odunlarla büyük bir ateş yaktı ve kazanını ateşin üzerine oturttu. Gerekli olan tüm malzemeleri toplamıştı. Çeyizinden bir dantel, bir leyleğin tüyü, ev dedikleri yerin bir avuç toprağı ve babasının mezarının taşından bir parçası. Kendi gözyaşı ve saçı, tırnağı, bir mandanın berrak sütü ile bir tavşanın merakı. Hepsini doğru sıra ile kattı kazana ve karıştırdı. Çok uzun bir süre boyunca karıştırmaya devam etti. Sonunda iksir hazır olduğunda onu her zaman başında ağladığı eski bir mezarın üzerine döktü. Mezarın toprağının iksiri emmesini bekledi hüzünlü gözleri ile. Mezar iksiri emerken kapkara bulutlar gökyüzünü sarmaladı. Etraf koyu bir karanlığa gömüldü. İksir emildikten sonra Gülriz sanki bir hipnozun etkisinde gibi donuk bakışlarla uzandı mezarın üzerindeki toprağa. Aynı donuk bakışlarla garip sözleri mırıldanmaya başladı. O sözleri mırıldanırken etrafında karanlık bir gölge belirmeye başladı ve ortalık hiç görülmediği kadar koyu bir karanlığa gömüldü. Kıyı ülkesindeki tüm hanelerin ışıkları söndü ve gökyüzünde hiçbir yıldız görünmez oldu. Gülriz’in dudakları mırıldanmaya devam ederken gözleri kapandı ve bedeni ile zihni derin bir uykuya daldı. Bedeni derin bir uykuda olmasına rağmen dudakları mırıldanmaya devam etti. Güneşin ilk ışıklarına kadar.
O zaman gölgeler dağıldı ve Gülriz’in dudakları durdu. Gözleri açıldı. Mezarın üzerinde doğrulduktan sonra avuçlarını mezar toprağına koydu. Toprak kül gibiydi. Büyünün tamamlanması için sabahın ilk meltemi ile avuçlarına aldığı kül gibi olan toprağı üflemesi gerekiyordu. O da öyle yaptı. Küller uçmaya başladığında yüreğinin hafiflediğini ve içinden çok derinlerden bir yerden bir şeylerin, sihirli bir şeylerin, bir yaşamın mayasını taşıyan bir şeyin uçup gittiğini fark etti.
Sabahın ilk meltemi, Gülriz’in nefesi ile kuvvetlendi. Külleri ve yaşamın mayasını taşımak bir meltemden çok daha fazlasını gerektirirdi. O nedenle büyüdü, büyüdü, kuvvetli bir fırtınaya döndü. Külleri taşıyan fırtına Gülriz’in kardeşleri ile yaşadığı evin pencerelerini savurarak açtı ve tüm eşyalar küllerle kaplandı. Fırtına sepken bir yağış bırakarak hızla başka topraklara doğru uzaklaştı ve Teos’da ortalık günlük güneşlik oldu. Uyanan Teos’lular ortalığı amber kokusu ile sarılı ve mis gibi buldular.
Gülriz hızla yağan çamurun altında ıslanıp sonra açan güneşte ısınarak eve yürürken yüzünde garip biraz delice sayılabilecek bir gülüş vardı.
Evde sabahın rüzgarı ile uyanan kız kardeşler ortalığa küllerle dolu buldular. İkisi de ürperdi ve biraz evde dolaşınca Gülriz’in önemli bir büyü yaptığını anladılar. Çok kadim, terkedilmiş ve tehlikeli bir büyü. Ev halkına toprak üflendiğinde o eve bir can çağrıldığını bilecek kadar deneyimli cadılardı. Bunun için evin temizlenmesi gerekirdi. Her baharın yeni canlar getireceği bilindiğinden evlerde yapılan bahar temizlikleri gibi, iki kız kardeş kalkıp bildikleri tılsımları söyleye söyleye evi süpürdüler. Bir taraftan telaşlı telaşlı sohbet de ediyorlardı. Ne büyüsü yaptı, kimi eve çağırdı? Küller tılsımlı sözler mırıldanıp süpürüldüğünde sihirli bir şekilde ortadan kayboluyordu. Tüm evi süpürdüler. Ancak üç eşya süpürülse de üzerlerindeki küller kaybolmuyordu. İşte o zaman kadınlar - cadılar anladılar ki bu üç şey eve gelecek canın mirasıdır. Sepete koydular ve yıkamak - yuğmak için nehire götürmek üzere hazırladılar. O esnada kapı üç kere vuruldu. Gülriz eve gelmişti.
Kapıyı açtıklarında karşılarında ıslak kıyafetleri ile Gülriz’i yüzünde deli bir gülüş ve garip bir keyifle karşılarında buldular.
“Gülriz, nasıl bir büyü yaptın sen!”
Gülriz gülümsemeye devam etti ve kardeşlerine cevap vermek yerine keyifle mutfağa geçti. İncecik fındık odunlarını, mutfak sobasına koydu ve tutuşturdu. Alevlerin üzerindeki döküm demir kıpkırmızı olunca, çaydanlığı demirin üzerine yerleştirdi. Kuş gibi hafif hissediyordu kendisini ve yüreği yepyeni bir aşka tutulmuşça pır pır çarpıyordu. Bir taraftan muzip ve heyecanlı bir şarkının sözlerini söylüyor diğer taraftan kendisine soru dolu gözlerle bakan kardeşlerinin bakışlarına kaçamak karşılıklar veriyordu.
“Hadi kahvaltı masamızı kuralım!” Kardeşleri Suzan ve Safiye, Gülriz’in keyifli haline şaşmışlardı. Ürkseler mi heyecanlasalar mı bilemeden sofrayı kurmasına yardım ettiler. Bu üç kardeşin duyguları son derece bulaşıcıydı. Birinin baskın bir duygusu olsa diğerleri de eninde sonunda benzer hisse kapılırdı. Şimdi de Suzan ve Safiye’nin yüreklerindeki korku yerini heyecana bırakıyor gibiydi. Arka bahçede üzüm çardağının altında kıpkırmızı güllerle çevrili masalarına kahvaltılarını hazırladılar. Ortalık mis gibi toprak ve bahar kokuyordu. Çiçekler her zamankinden daha da çok açmıştı ve baş döndüren kokularını salıyorlardı etrafa. Masanın etrafına yerleştiler. Gülriz çaydanlığı masaya götürürken kapının kenarındaki küllü eşyaları gördü sepetin içinde. Çaydanlığı bırakıp geldi ve merakla inceledi. Sedef kakmalı hançer, yeni dokudukları büyülü pelerin ve gözyaşı şişeciği. Anlamlarını düşündü. Gözyaşı, hançer ve pelerin. Düşünürken gülümsedi. Yeni misafirlerinin gizemli, macera ve sevgi dolu bir hayatı olacağını sezinledi. İçinden bir dua geçirdi ve söz verdi kendisine. Ne olursa olsun yardım edecekti. Yavrusuna her zaman yardım edecekti. Sonra heyecanlı adımlarla çardağa dönüp oturdu. Evvela kendisine sonra kardeşlerine çay doldurdu.
Önce Suzan sordu ardından Safiye,
“Hadi ama anlatır mısın artık? Ne büyüsü yaptın? Ne işler karıştırıyorsun?”
Gülriz yaramaz yaramaz gülümsedi ve anlatmaya başladı:
“Kül büyüsünü yaptım!” Kendinden gurur duya duya söyledi bunu. Sonra denizden gelen ve tuzlu suyun kokusunu taşıyan rüzgarı kokladı. Ardından çayından güzel bir yudum aldı. Karnının acıktığını hissediyordu.
Suzan ve Safiye önce birbirlerine baktılar. Kül büyüsü çok kadim ve asırlar evvel terk edilmiş bir büyüydü. Bir cadının en derin arzularını gerçekleştirebilirdi. Son derece güçlü bir büyüydü ama istekleri gerçekleşen cadıların kararsızlıkları büyük felaketleri tetikleyebilirdi.
Cadılığın doğası gereği, istedikleri, yüreklerinden geçirdikleri bir şekilde gerçekleşir, gerçekleşmezse de bunda bir hayır vardır diye öğretilmişti üç kardeşe de. Eğer arzuları büyülü bir şekilde ama büyüye ihtiyaç duymadan olmuyorsa böyle büyük ve tehlikeli büyüler yapılmamalıydı. Gerçekleşmemesinde o isteğin bilinmez bir gerekçe olduğuna inanılırdı. Bu nedenle asırlardır eskilerin büyük ve çetrefilli büyüleri yerine daha kolay ve gündelik işleri yoluna koyan, şifa dağıtan daha minik büyüler yapılmaya başlanmıştı. Suzan bu bildiklerini söylemeye başladı.
“Eğer gerçekleşmiyorsa isteğin, muhakkak bir hikmeti vardır-” Ama Gülriz sözünü kesti hemen:
“Bu saçmalıkları bırak Suzan. Öyle olsaydı eskilerin büyük büyücülerini, cadılarını bugün anmaz olurduk. Ne diye saygı duyuyoruz ki onlara?”
Sonra keyifle kocaman bir kaşık mantarlı eritme peynir aldı tabağına, sonra iştahla biraz kuymak koydu ve keyifle yemeye başladı. Suzan ve Safiye de şaşkınlıklarını atmadılar ama yemeğe devam ettiler.
Gülriz sonra tekrar konuşmaya başladı:
“Bir can çağırdım, bize umut, hayat, gelecek inancı verecek mini minicik bir bebecik! “ dedi. Ufka bakarak konuşmaya devam etti. “Benden bir can üfledim ona. Ama benim bedenim bir canı taşıyamaz. Başka bir bedende peydah olsun, büyüsün ve doğsun diledim.”
Safiye şaşkınlıkla sordu:
“Başka bir bedende mi?”
“Evet başka bir bedende peydah olan ama istenmeyen, annesinin şefkatle bakamadığı babasının koruyamadığı bebeği büyünün bana getirmesini istedim.”
Sonra masada bir sessizlik oldu. Ağır bir sessizlik değildi bu Tıpkı yazın havası gibi sessiz ama kıpır kıpır, bahar havası gibi mucizelere gebe bir sessizlikti. Üç kadın oturup biraz kaygı ama çokça keyif ve eğlence ile kahvaltılarını bitirdiler.
Sonraki günler Gülriz hiç olmadığı kadar keyifliydi. Aynaya baktığı zaman gözlerini kaygı ve bunalımla kısarken görmüyordu kendisini. Aşk, yaşlı cadıları güzelleştirdiği bilinirdi. Bu aşktan bambaşka ve çok daha büyük bir şeydi. Minicik bir canın, başka bir kadının karnında da olsa, kendi yavrusunun büyüdüğünü hissediyordu. Kalbi hızlı hızlı çarpıyordu.
Kül büyüsü öyle çok tekinsiz hayvanı, ifriti ve doğa olaylarını kışkırtır ki asırlardır hiç bir cadı bu büyüyü kullanmamıştır. Kimi cadı, tarihin tüm önemli olaylarında bu büyünün yapıldığını ve o olaylara eşlik eden meşhur depremlerin, kara veba salgınlarının veya kıtlık, sel felaketlerinin de bu büyü ile ilişkisi olduğunu söyler. Suzan bunları düşündü içinden ama söylemedi bile. Söylemedi, çünkü bunların yaşlı ve korkak cadıların vesveseleri olduğunu o da biliyordu. Evlerine gelecek minik bir can, bir yavru onu da Safiye’yi de mutlu edecekti. Hem ifritlerle, zebanilerle, gölgelerde kalan canavarlarla uğraşmayalı ona asırlar olmuş gibi geliyordu. Suzan hiçbir zaman maceraya hayır diyecek bir cadı olmamıştı.
Comentários