Evvel zaman içinde, buralarda bir yerde yaşamakta olan maymun iştahlı bir anne ile bir baba varmış. Günlerden bir gün büyük bir kavga etmişler. O esnada annen,n karnıcığı ağrımış ve göbüşünden pıt diye bir şey çıkmış. Okadar küçük, minik neredeyse leblebi kadar birşeymiş ki çıkan evvela kimse anlamamış çıkan şeyin bir çocuk olduğunu. Ama yakından bakıp da dikkatlice incelediklerinde bir minicik yavrucuk olduğu anlaşılmış. Anne de baba da aynaya bakmışlar, kocaman kollarını ve gösterişli bedenlerini görmüşler ve bu minicik çocuğu kendilerine pek yakıştıramamışlar. Sonra kavgalarına kaldıkları yerden devam ederlerken minik leblebi çocuğu bir köşeye atmışlar. Leblebi çocuk ağladıysa da bile sesini annesine de babasına da duyuramamış. Çaresizce bir köşede kıvrılmış duruyormuş.
O esnada Büyücü Nene kavgacı anne babanın yanına gelmiş. O geldiğinde çoktan anne ve baba gitmişler ama Büyücü Nene bir köşede kıvrılmış handiyse leblebi kadar küçük çocuğu görmüş ve onu alıp cebine iğnelediği küçük altından kafese koymuş. Büyücü Nene çok gezermiş, leblebi çocukla birlikte gezmişler. Gezdiği yerleri öğretmiş ona. Kışlarını, güzel kütüphanelerde geçirirmiş. Okuduğu kitapları leblebi çocuğa da okutmuş. Okumayı öğretmiş. Binbir şifalı otu ve taşı ve tozu toplamayı da şifalı iksirler kaynatmayı da leblebi çocuğa öğretmiş. Leblebi çocuk Büyücü Nene'nin şifalı iksirlerinden ve şifalı yemeklerinden yedikçe büyümüş ve normal çocuklar kadar büyüdüğünde, Büyücü Nene bir köyün ormana kıyısında, ormana yakın köye uzak bir ev yapmış kocaman bir ağacın kovuğuna. Leblebi çocuk köyde diğer çocuklarla okula gitmiş, oynamış eğlenmiş. Büyücü Nene'ye yardım etmiş birlikte ormanı, hayvanları, köydeki insanları iyileştirmişler. Zaman bazen yavaş bazen de hızlı geçer ya. Çok hızlı geçmiş bu sefer ve leblebi çocuk birden büyümüş. O büyüyünce Büyücü Nene yaşlanmış. Büyücü Neneler yaşlandığında evlerindeki süpürgelere biner ve uzaklardaki bir tahtalı köye uçup giderlermiş. Büyücü Nene vaktinin geldiğini söylemiş Leblebi çocuğa, ondan başka kimse köyde leblebi çocuğun leblebi çocuk olduğunu bilmiyormuş. Büyücü Nene gittikten sonra herkes ona büyücü çocuk diye seslenmiş. Büyücü çocuk her zaman Büyücü Nene'sini özlemiş.
Günler ondan sonra yavaş yavaş geçmeye başlamış ve sonbahar gelmiş. Ormandaki ağaçlar sanki büyücü Nene'yi özlemişler de ağlarlarmış gibi dökmüşler yapraklarını. Yağmur da tıpkı öyle yağmış. O sonbahar çok çok uzun sürmüş ve kış gelmeden hemen önce dağların arkasından kömür gibi simsiyah teni olan bir canavar inmiş köye. Köyün meydanındaki çeşmeye kadar gelmiş. Heryeri kapkaraymış ve etrafında siyah bir sis asılı duruyormuş. Karanlık gözleri seçilemiyormuş bile. Herkes canavarı gördüğünde saklanmış ama canavar konuşmaya başladığında herkes onun söylediklerini duymuş.
"Leblebi çocuk burada yaşıyormuş. Neredeyse onu bulun ve ağzımın içine atın. Yoksa asla buradan gitmem ve sizin kabusunuz olurum." demiş. Bunu söyledikten sonra kükremiş ve etrafındaki siyah sisler her yere dağılmış sonra yükselip havada asılı kalmış. Canavar sonra ağzını açmış ve taşa dönüşmüş. Artık güneş doğduğunda da ortalık neredeyse karanlık oluyormuş.
Kimse leblebi çocuğun kim olduğunu bilmiyormuş. Ne kadar uğraştılarsa ne havadaki sisi kaldırabilmişler ne de canavarın taşa dönüşmüş halini çeşmenin yanından. Çeşme kurumuş. Kış gitgide daha soğuklaşmış ve uzadıkça uzamış. Köylüler ne yapacaklarını bilememişler. Kış ortasında nasıl ısınacaklar, ne yiyip içecekler diye kara kara düşünmeye başlamışlar. Sonra Büyücü çocuğun yanına gitmişler. Büyücü çocuk canavardan da sislerden de çok korkuyormuş. Kapısına gelen köylüleri içeri almış ve her birine sıcak bir içecek ikram etmiş. Ateşin kıyısına oturmuş. Onları dinlemeye başlamış. Herkes başka bir şey diyormuş:
"Büyücü çocuk bu canavardan nasıl kurtulacağımızı bulmalısın!"
"Evde yakacak odunumuz kalmadı."
"Kışlık erzaklarımız neredeyse bitti."
"Ortalık çok karanlık ve çocuklarımız çok korkuyor. Artık hiç oynamıyorlar."
"Bu leblebi çocuk da kim acaba?"
Büyücü çocuk hepsini dinlemiş. Herkes gittiğinde çok korkmasına rağmen sıkı sıkı giyinmiş ve köyün meydanına gitmiş. Canavarın açık ağzını ve ürkütücü taş bedenini görmüş. Dizleri ve tüm vucudu tir tir titriyormuş. Canavara doğru yürümüş, herkesi bu dertten kurtarmak için canavarın ağzına atlamak niyetindeymiş. Ama büyücü çocuk tam canavara yaklaşmışken ay gökyüzünde ışımış ve karanlık sis ve bulutların ortasında ay ışığından bir yarık açılmış. Oradan kanatları ay gibi ışıldayan 3 tane peri inmiş ve büyücü çocuğa bir kitap vermişler. Kulağına çözümün bu kitapta olduğunu söylemişler. Ve canavardan uzak durmasını tembihlemişler. Büyücü çocuk onların sözünü tutmuş ve evine dönmüş.
Şöminenin karşısında ısınmak için günler geceler geçirmiş. Kitabı baştan sona, sondan başa ve gene baştan sona tam 3 kere okumuş. Canavarı defetmenin yolu karşı dağın tepesindeki gizemli kapının arkasındaki tokmakta gizliymiş, okuyunca anlamış.
Yola çıkmış, ormanı geçmiş, dağa tırmanmış ve en tepeye eriştiğinde orada hakikaten kitapta yazdığı gibi kocaman bir kapı bulmuş ama kapı mühürlüymüş. Mührü nasıl kaldıracağını bilememiş. Yanındaki tüm bıçakları denemiş, öyle olmayınca mührü ateşler ısıtıp eritmeye çalışmış. Ama hiç başaramamış. Ne yapacağını düşünürken çantasındakileri çıkarmış. Mühürlü kayanın üzerine dökmüş her şeyi. Yanındakilere bakmış. Bir avuç nohut, kuru üzüm ve incir görmüş. Pirinç ve buğday da varmış. Bundan başka biraz suyu varmış yanında. Bir de Büyücü Nenesinden ona kalan bir anahtar kolye. Kendisini çaresiz hissetmiş ki o anda 3 kuş uçarak gelmişler ve çantasından çıkan tahılları yemeğe koyulmuşlar. Tahıllar bittiğinde de mührü gagalamaya başlamışlar ve mührü de yemeye başlamışlar. Ateşte erimiş mühür kuşlara çok tatlı gelmiş. Mühür kaltığında orada bir anahtar deliği görünmüş. Büyücü çocuğun elinde sadece anahtar kolyesi varmış. O da kolyesinin ucundaki anahtarı oraya sokmuş ve çevirmiş. Anahtar oraya tam uymuş. Kapı müthiş bir gürültüyle açılmış. İçinde bir kadın varmış. Kadının elinde devasa bir tokmak duruyormuş. Kapı açılıp da içeriye soğuk kış havası girdiğinde kadın derin bir nefes almış ve sonra "Su!" diye inlemiş. Büyücü çocuk yanındaki suyu hemen kadına vermiş. Kadın suyu içmiş içmiş içmiş. Suyu bitirdiğinde alev gibi kırmızı kırmızı parıldıyormuş ve etrafındaki ışıktı havaya değdikçe göğü ve her yeri kaplayan gri renk dağılıyormuş ve renkler seçilmeye başlıyormuş. Kadın sonra bir savaşçı gibi bağırarak koşmaya başlamış. Çok öfkeli görünüyormuş. Koşarken elindeki kocaman tokmağı kaldırıp kaldırıp karşısına çıkan kayalara ve taşlara vuruyormuş. Tokmağı vurduğu kayalar ve taşlar paramparça oluyormuş. Dağın eteklerindeki kayaları parçalamış, sonra köye gelmiş ve köydeki bazı evleri parçalamış ve sonra köyün meydanına gelmiş ve meydanda duran simsiyah taştan canavarı parçalamış. Canavar parçalandığında çıkan ses köyün dört tarafında inlemiş. Huzur ve esenlik veren bir rüzgar esmiş ve canavarın parçalarını oradan uzaklara taşımış. Kızın tokmağının etrafından esen meltemler ılıdıkça ılımış, kızın bedeni de kor gibi sıcacıkmış. Hava da ısınmış ve sanki güneş, kız çağırmış gibi doğmuş tepelerine ve ışıldamış. Tokmaklı kızın ayaklarının dibinden bahar kokan çiçekler açmış ve çiçekler açmaya devam etmiş. Çeşmedeki su tekrar akmaya başlamış ve ağaçlar gelinler gibi çiçek açmış. Köydeki tüm halk kızı alkışlamış ve çok mutlu olmuşlar.
Evleri yıkılanlar peki şimdine yapacağız dediklerinde herkes birbirimize yardım eder, yeniden yaparız demişler. Tüm köy halkı hep birlikte köyü onarmaya başlamış. Kız tokmağını büyücü çocuğun evine bırakmış. Tokmağı bıraktıktan sonra bedenindeki ateş, sağlıklı bir insan kadar olmuş. Ama gözleri ne zaman büyücü çocuğa dönse alev alev oluyormuş. Ateş bulaşıcı olsa gerek büyücü çocuk da alev alev gözlerle bakıyormuş kıza. İkisi birlikte bundan böyle köyü korumuşlar, şifalamışlar, onaranlara yardım etmişler ve sonsuza kadar binbir macera ile mutlu mesut yaşamaya devam etmişler.
Comments