Evvel zamanda ve buralardan başkaca diyarlarda yaşayan 3 kafadar varmış. Bu üç kafadar, birbirlerini nasıl bulmuşlar bilinmez, üçünün de göbeklerinin tam üst kısmında bir benekleri varmış. Bir mühür gibiymiş bu benekler, çok enteresanmış. Aslına bakarsanız böylesi beneklerle doğan çok ender insan evladı olurmuş. Ancak bu benekleri taşıyanların gizli mi gizli güzel mi güzel bir güçleri olurmuş. Netekim işte bu üç kafadarın da öyle güçleri bulunuyormuş. Biri sulara hükmediyormuş. Sade suya değil, suyun buza veya buhara dönüşmesine veya bulutlara da hükmediyormuş. Diğeri de rüzgarlara hükmediyormuş. Diğerinin öfkesi hortumlara, kasırgalara sebep oluyormuş. Üçüncüsü ise tüm hayvanların dilinden anlıyormuş. Bu nedenle en gizemli şeyleri bile biliyormuş. Kuşlar, yılanlar ve türlü yaratıklar ona her şeyi fısıldıyormuş.
Bu üçlü, inanılmaz yetenekleri sayesinde türlü mucizeli güzel bereketli işler yapmışlar. Ancak Dünya üzerindeki göçebe hallerinden yorulmuşlar. Bir yere konmak, kök salmak dileğindelermiş. Üstelik, onlara sulardan, rüzgarlardan ve hayvanlardan Dünya'nın dört bir yanında böyle beneklerle doğan çocukların haberi erişiyormuş. Bu yetenekler öylesi hassas şeylermiş ki, doğar doğmaz kullanılmaya başlanmazsa körelip gidiyormuş. İşte tam da bu nedenden onların Dünya'larında o kadar ender hale gelmiş ki büyülü yetenekleri olanlar. Üç kafadarın hedefi de bu mühürlü doğanları eğitmekmiş. Ondanmış bir konmak istemeleri. Konmak, serpilmek dilekleri. Ancak kafadarlar ne zaman konmak dileseler bir felaket geliyormuş başlarına. Ya kondukları ev yanıyor ya civarda yangın çıkıyor ya da dolanıp kayboluveriyorlarmış. Bir türlü bu dertlerinden kurtulamıyorlarmış.
Nasıl olup da artık bir huzurlu yere konsalar, güzel bir köy inşa etseler ve minik mühürlü bebekleri büyülü yetenekli gençlere dönüşecek şekilde yetiştirseler diye merak etmişler. Uzaklarda bir dağda, dev bir ladinin kovuğunda yaşayan bilge baykuşa sormaya karar vermişler. Bilge baykuş yaşadığı dev ağacın kovuğunda ağırlamış bu üç kafadarı ve dilinden anlayan üçüncü çocuğa söylemiş dertlerinin devalarını: Dünyanın kalbinde okyanusların orta yerinde bir ada bulunurmuş. Dünya'nın hakiki Kral ve Kraliçesi bu Kadim Ada'da yaşarmış. Oraya erişmesi çok zormuş çünkü 3 tarafı da spiralli akıntılarla çevriliymiş. Nice usta denizciler orada suların derinliklerine gömülmüşler. Fırtınalar ve kasırgalar civardan hiç mi hiç eksilmezmiş.
Ürkütücü olsa da 3 kafadar Dünya'nın kalbine seyahat etmeye karar vermiş. Fırtına, kasırga onları ürkütmüyormuş. Bu zamana kadar başlarına musallat olan yangınlardan korunacakları güvenli bir toprağa ihtiyaçları varmış ve bunu Dünya'nın Kral ve Kraliçe'sinden istemeye karar vermişler. Böylece liman liman dolaşıp çetin deniz koşullarına uyacak bir gemi arayıp bulmuşlar. Buldukları gemiyi kendilerine yetecek erzakla doldurmuşlar. Ardından denizlere açılmışlar. Dünya'nın kalbindeki adaya yaklaştıklarında tıpkı bilge baykuşun söylediği gibi kasırgalar ve hortumlarla karşılaşmışlar. Denizlerin suyuna ve bulutlara hükmetmek zormuş. Rüzgarları dizginlemek zormuş. Gemileri defalarca yan yatmış her seferinde deniz hayvanlarından yardımlar almışlar. Çetin hava ve suya rağmen batmamışlar ancak Ada'ya da yaklaşamamışlar. İşte o zaman üçüncü çocuk, o fırtınada pek yükseklerden uçabilen bir göçmen kazın gözlerinden bakmış bulundukları yere. Adayı üç yandan çevreleyen spirallerin birinin içine giriyor hortumu ve dalgaları dindiriyor o zaman o spiralden çıkıp diğerine giriyorlarmış ve haftalardır süren mücadelelerine rağmen kasırga hattından çıkamıyorlarmış. Sonra derinlerde yüzen bir balinanın gözlerinden de bakmış, gene aynısını görmüş. Balina üçüncü çocuğa söylemiş ki bu adaya, adadan olmayan hiçbirşey yaklaşamaz!
Üçüncü çocuk durumu anlamış ve de anlatmış. Anlatırken fark etmiş ki adayı çevreleyen hortum ve kasırgaların çizdiği spiraller aslında kafadarların göbeklerinin üzerindeki mühürlerin tıpkısının aynısıymış. Üçü de bunu bilince düşünmüş ve gemilerin batmaması için daha fazla mücadele vermekten vazgeçmişler. Devasa bir dalganın gemiyi yana yatırmasına, esen rüzgarın yelkenleri parçalamasına ve gemilerinin buz gibi sulara gömülmesine izin vermişler. Gemileri batarken, kafadarlardan sulara hükmeden kendisini bir dalganın üzerinde adaya taşımış, rüzgarlara hükmeden bir rüzgarın koynunda uçmuş, hayvanlarla konuşan ise bir balinanın karnında adaya ulaşmış. Böylece üçü de adanın sahiline varmış. Adayı çevreleyen kasırgalı dalgalardan kıyıda eser yokmuş.
Çakıl taşları ve kumlara çarpan suyun bembeyaz köpükleri, güneşin ışıltısı ile parıldıyormuş. Sular masmavi ve yemyeşilmiş. Ada yemyeşilmiş ancak kıyıdan adanın içerilerine girmek çok zormuş. Adayı kaplayan ağaçlar kalın dallarını kumsallara hatta denizin tuzlu sularının içine kadar salmış durumdaymış. Sık ormanın kıyısında üç kafadarın içinden geçebileceği bir koridor bulmuşlar. Oradan girip ilerlemeye başlamışlar. Ormanın dar koridoru gittikçe daralıyormuş. Kafadarları bir sağa bir sola götürüyormuş. Kafadarları bir sürü dikenler çizmiş, çeşitli otlar dalamış. Bazı yerlerde beliren mantarların üstlerine bastıklarında ortalığı bir toz bulutu sarmış ve kafadarlar bir süre zamanı ve mekanı unutup sallanıp gülmüş durmuşlar.
Ormanın içinde hayvanların kılavuzluğunda yiyecek bulmuşlar, içecek bulmuşlar. Ancak Ada'nın tam ortasında bulunan Karl ve Kraliçe'nin dev bir ağacın kovuğundaki sarayına bir türlü varamamışlar. Ormanın derinliklerine ilerledikçe orman daha da karanlık hale geliyormuş. Gün ışığını çok az geçiriyormuş ormanın sık yaprakları. Ağaçların üzeri güneşli olmasına karşın ormanın zemininde, zeminde kıvrılıp akan dereciklerin üzerinde garip bir sis asılı duruyormuş. Ormandaki bu uzun yolculuk, üç kafadarı son derece bitkin ve bitap hale düşürmüş. Gittikleri yollardan dönmek istediklerinde ormanın geldikleri yerleri dikenli çalılarla ördüğünü fark etmişler ve ürpertileri bir kat daha artmış. Nihayetinde bir ağacın kovuğuna sığınmışlar. Orada üçüncü çocuk ormanın garip yaratıkları ile konuşmuş. İnsana benzeyen, maymuna da benzeyen her yerleri tüylerle kaplı, üç kollu, üç bacaklı, uzun saçları yerlere değen, adlarına arçuri denen ve sesleri demir kapının gıcırtısına benzeyen, dilleri anlaşılmayan yaratıklarla. Uzunca süren sohbetlerinden anlamış ki, bu adada Kral ve Kraliçe'nin dışında yaşayan bir cadı var. Adayı mühürleyen de o cadıdır. Ormana hükmeden de odur. Onun izni olmadan hiç kimse Ada'nın kalbindeki saraya giremez.
Bunun üzerine, üçüncü çocuk türlü sincaplardan ve kurtlardan cadının evinin yerini öğrenmiş. Cadının evi zaten bir yerde durmak huyunda değilmiş. Bir dönüp o köşeye konuyor bir dönüp başka köşeye oturuyormuş. Cadı ve ahalisi, cadının garip hayvanları ve yaratıkları, onun şifalı otları ve böcekleri, her daim çevresini süsleyen sisleri de, evin peşi sıra yer değiştiriyormuş. Cadının evini güç bela bulmuş üç kafadar ve kapısına varınca tıklatmışlar üç kere. Cadı kapıyı açmış. Üç delikanlıya bakıp kocaman gülümsemiş. Garip bir kadınmış cadı, uzun ve güçlü telleri olan bembeyaz saçları varmış. Ancak kadın kahkaha atarken saçlarının renkleri bazen siyaha dönüyormuş. Kahve renkli gözleri bazen alev gibi kızıla çalıyormuş. Teni kimi zaman solgun ve çökkün kimi zamansa sağlıklı ve renkli hale geliyormuş. "Sen kimlersiniz patlatın hele, mühürlü kalabalıklar!" diye sormuş. Bu sorunun üzerine üç kafadarın hikayelerini anlatmış. Cadı, nereye konsalar bir ateş belasına uğradıklarını dinlerken kahkahalarına hakim olmamış. Öyle çok gülmüş ki evvela güzel bir genç kadın gibi görünmüş ardından bir kız çocuğuna benzemiş çehresi. Sonra buyurmuş, "Gerisini de söyleyin hele!" Onlar söylerken cadı ocağa oturtmuş kazanını ve bir çorba pişirmeye başlamış. Çorbaya türlü tohumlar, adam otunun kökünden bir parça, bir taze didilmiş kazın tamamını, türlü orman baharatını da ekliyor, ekledikçe karıştırıyormuş. Günlerdir güzel bir yemek yememiş olan kafadarlar, karınlarının kazındığını hissetmişler. Hikayeleri bitince güzel bir sofranın etrafına oturup yemişler. Cadı üçüne de huzurla uyumaları ve dinlenmeleri için ocağın köşesine döşekler açmış. Ortalık pek tıkış tıkış ve dağınık görünmesine karşın döşeğin sıcaklığı ve örtülerin mis kokusu, ocakta çıtırdayan ateş, kafadarların hızla uykuya dalmalarını sağlamış.
Cadı ne zaman ve nasıl izin vereceğini söylememiş kafadarlara ancak her gün türlü işler buyurmuş. Bir gün kileri temizlemelerini diğer gün ambarı boşaltmalarını emretmiş. Ambarda birbirine karıştırdığı tohumları tek tek ayırmaları için sadece 3 gün vermiş. Koca çuvalları tek tek eleyip tasdiflemelerinin ardından almış çuvalları, ormanın üç köşesine doğru üfleyerek dağıtmış. Dağıtırken etrafta uçan kuşlar kapmış çoğu tohumu, yere değenler alışılmadık bir suratle büyüyüp bitkilere dönüşmüş. Bu ve buna benzer nice anlaşılmaz işlerle meşgul olmuş kafadarlar. Bir gün cadı kulubesini birkaç günlüğüne terk edeceğini bildirmiş. O günlerde mühim bir yıldız kayacakmış gökte, o yıldız kaymadan evi kaymak gibi temiz etmelerini buyurmuş. Kafadarlar koyulmuşlar temizliğe. Ancak evin bir orası bir burası dönmekte ve oynamakta imiş. Nasıl oldu ise ev döner oynar iken, evin zemininde bir ahşap fazlaca gıcırdıyormuş. Kafadarlar ahşabın tepesine geçmiş incelemişler. Sonra fark etmişler ki o ahşap bir kapaktır. Kapağı kaldırıp altındaki mahzene inmişler. Senelerdir farelerden başka kimsenin uğramadığı aşikarmış bu mahzene. Mahzenin tepesine bir ışık yakmışlar. Zeminin binlerce cam parçası ile kaplı olduğunu o zaman görmüşler. Her şeyi onarmak ve temizlemek görevleri olduğundan bu cam yığınını ne yapacaklarını düşünmüşler evvela. Biri süpürüp temizleyelim demiş. Diğeri iyice yıkayalım, canları da nehirlere atalım demiş. Üçüncü çocuk farelere sormuş ve öğrenmiş ki bu camlar cadının bir zamanlar hayran olduğu ve canından çok sevdiği bir kulesinin camları. Mahzeninde böyle bir camdan ev ve kule durur, tıpkı bebekleri ile oynayan çocuklar gibi, cadı da bu camdan evli kulesiyle oynar dururmuş. Zamanın birinde, bir haylaz gelip adaya, bu camdan kuleyi kırmış, parçalamış. Cadı, kulubesine gelip de kulesini böyle bulduğunda saçları ağarmış, neşesi dağılmış. Söylediği şarkıları hepten unutmuş. Huysuz bir ihtiyara dönmüş.
Böylece üç kafadarın üçüncüsü, karıncaları çağırmış. Adanın tüm karıncaları ve termitleri gelmiş. Parçaları birleştirmek işine yardım etmişler. Tam üç gün üç gece sürmüş bu iş. Rüzgarlara hükmeden camdan kulenin çevresini büyülü bir rüzgarla donatmış, böylece kim yaklaşmak istese, bir art niyeti varsa uzaklaşacakmış. Sulara hükmeden suları camların üzerine yürütmüş ve ardından tüm kırık hatlarına suları yerleştirip dondurmuş. Böylece bir zaman evvel kırıldığı çok az belli oluyormuş. Nihayet işleri bittiğinde mahzeni de tertemiz etmişler. Ve tam da o an cadı eve dönmüş. Eve dönüp de mahzenin kapısını açık gördüğünde şaşırmış çünkü seneler evvel mahzenin kapağını kapatmış ve çoktan mahzeni olduğunu bile unutmuş. Ardından çekine ürke mahzene inmiş. Karşısında ışıldayıp parıldayan camdan kulesini görünce birden ağlamaya başlamış. Ağlarken gene küçücük bir kız gibi görünmeye başlamış ve camdan kulesine temkinle ve şefkatle dokunmuş. Dokunmuş dokunmuş ağlamış. Camdan kulenin içinde, bir cadının gördüğü başkaca kimsenin görmediği ailesini selamlamış. Cadının evi gibi tenha değil, epeyce kalabalıkmış camdan kule. Mutlu çocuklar tıpkı cadıya benziyormuş. Oysa anneleri de ananeleri de cadıya benziyormuş. Kulenin içinde bir görünüp bir kaybolan ailenin babası da, dedesi de cadıya benziyormuş. O ağlarken garip bir şey olmuş ve minik bir çocuk gibi görünen kısmı oradayken bembeyaz saçlı hali, aynı bedenden sanki ayrılmış ve sert, kararlı adımlarla dışarı çıkmış. Üç kafadar minik bir hayalete benzeyen kızı mahzende bırakıp yaşlı görünümde kanlı canlı cadının peşinden koşmuşlar. Cadı ayaklarını yere vurmuş. Evvela oradan buradan alevler çıkmış. Ardından hem göklerden bir hayalet gibi kanatlı bir ejder gelmiş tam o anda yer yarılmış, göklerden gelen hayalet ile bir bedende birleşmek üzere bir kızıl ejder çıkmış yer altından. Burnundan ateş soluyormuş. Yaşlı cadının da gözlerin tıpkı ejder gibi kıpkırmızı olmuş o an. Anlaşılmaz kadim bir dile bağıra bağıra buyurmuş Yaşlı cadı Ejdere. Ejder öfkesine zor hakim oluyor, pençelerini ayaklarının altına vura vura dinlerken boynunu eğiyormuş. Üçüncü çocuk ejderin zihnini okuduğundan bilmiş, yaşlı cadının seneler evvel unuttuğu öfkesini anımsadığını ve ejderi görevlendirdiğini. Ejder hiç unutmamış halbuki, gömülü olduğu yıllar boyunca öfkesini. Haylazın hangi coğrafyada yürüdüğünü ve şimdi Dünya'nın hangi noktasında durduğunu çok iyi biliyormuş. Aldığı buyrukla ve nihayet özgürleşmenin verdiği coşku ile havalanmış göklere. Her tarafa ateş püskürterek uçmuş ve Dünya üzerinde haylazın yürüdüğü yerleri ateşi ile yakıp kavurmuş. Derler ki o Dünya'daki çöller öyle oluşmuş. Ardından haylazı bulup alaşağı etmiş, ederken de kömürlere çevirmiş. Haylazın kömürlere dönmesi ile ejderin öfkesi de dinmiş. Böylece engin göklerde, Dünya'yı korumayı ve kollamayı hiç bırakmayacak şekilde uçmaya başlamış. Tam da o günlerde oralardan geçen kuyruklu yıldızın peşi sıra uçmuş durmuş. Yaşlı cadı, bütün bunlar olup bittiğinde öyle sakinlemiş, öyle ferahlamış ki ağır bir uyku bastırmış bedenine. Üç kafadara sarayın yolunu anlatıp göstermiş. Ardından onları ateş musibetinden azlettiğini de söylemiş. Bunu derken evinin yaslandığı ağacın kalın köklerinden birine yaslamış kafasını ve bedenini. Uyku üzerine çöküp onu rüyalar alemine taşırken cadının bedeni, ağacın köklerinden ayırt edilemez hale dönüşmüş. O esnada evin kapıları da sert bir sesle kapanmış. İçeriden minik cadı kızın kahkaha sesleri gelmekte iken ev fırıl fırıl dönüp uzaklaşıp kaybolmuş. Tüm bunlar olurken orman ehlileşip seyrekleşmiş. Keyifli çiçeklerle bezenmiş ve misler gibi kokmaya başlamış. Çiçeklerin bezediği bir patikadan tarife uygun bir biçimde adanın en ortasındaki dev ağaç kovuğundaki saraya varmışlar.
Sarayın içi Krallara ve Kraliçelere yaraşır türlü süs ve mücevherat ile bezeliymiş. Her bir oyuk ağır işlemeli dantelli perdelerle çerçevelenmiş. En yüksekteki makamlarında ise haşmetli bir çift Sincap tahtta oturuyor, yakut ve zümrütlerden oluşan taçlar takıyorlarmış. Üçüncü çocuk olan biteni anlatmış. Sincap Kral ve Kraliçe, Ada'nın ferahlamasına yaptıkları katkılardan ötürü üç kafadarı müthiş güzellikte bir gemi ve üç meşe palamudu ile ödüllendirmişler. Dediklerine göre gemi onları doğru coğrafyaya götürecekmiş. Büyülü palamutları fırlattıklarında peşleri sıra koşmaları gerekmekteymiş. Palamutların durduğu ve hızla köklendiği yere köylerini ve okullarını kurmalı, ardından ilk ateşlerini yakmalılarmış. Üç kafadar, evvela sincap Kral ve Kraliçe'ye teşekkürlerini sunmuşlar. Onlar saraydan ayrılırken sincaplar da dallardan dallara atlayarak onları uğurlamış. Kıyıya gittiklerinde sincapların söz verdiği harika gemi, denizlerin dibinden yükselmiş ve hazır bir şekilde kıyıda onları beklemiş. İşte rivayet odur ki, o günden sonra yetişen bin büyülü masal kahramanı bu üç kafadarın talebesidir. Üç kafadar o Dünya'nın pek gizemli ancak en korunaklı bir köyünde hala keyifle öğretmektedir. Bazen bilgelikleri bir yağmurla, bir suyla kimi zaman şöminemizdeki ateşin çıtırtıları ile veya ıslanan toprağın mis kokusu ile bizim zihinlerimize, yüreklerimize bile taşınır. Selam olsun o üç kafadara ve bizlere ihsan ettikleri tüm kahramanlara!
댓글