Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, uzak diyarlarda kimsesiz bir Küpkız yaşarmış. Küpkız insanoğlundan çok çekinirmiş çünkü onun yaşadığı zamanlarda bir sürü gulyabaniler varmış insan kılığında gezinen ve bu gulyabaniler bazı insanların ciğerlerine yerleşirmiş. Gulyabaniler Küpkız’ı görürlerse saldırırlar diye korkusundan Küpkız yeryüzünde rahatça salınamazmış. Tüm Küpinsanları bu gulyabanilerden korkarlarmış zaten tIpkI Küpkız gibi. Gulyabanilere rastgelirlerse bir küpün içiNe girip kaybolurlarmış. Hatta kimi zaman bir daha hiç görünmezlermiş. Bizim Küpkızımız da, Küpinsan ahalisinden bir küçük, yetim kızmış.
Günlerden bir gün Küpkız daha küçükken, bir gölün kıyısında oynuyormuş, dev bir istiridye kabuğunun içinde ve şarkılar söylüyormuş. İşte o gün Küpkız’ı oradan geçmekte olan bir ihtiyar dev duymuş. İhtiyar dev o zamana kadar hiç öyle güzel ses duymamışmış. Sese doğru yaklaşmış bakmış dinlemiş ve sonra kendisi de Küpkıza seslenmiş. Küpkız önce devden korkmuş ama tam kaçacakken ihtiyar devin mavi gözlerinin kenarında bir leke görmüş. Aynı lekeden Küpkız’ın gözlerinde hatta Küpkız’ın rahmetli anneciğinin de gözlerinde varmış. Küpkız bu lekenin herkeste olmadığını sadece onların soyışığını taşıyanlarda olduğunu çok iyi biiyormuş. Anneciği yitmeden bunu öğretmiş küpkızına. Bu nedenle kaçmamış, ihtiyar devin yanında kalmış. İhtiyar dev, küpkızı almış ve cebine koymuş. Dev bir ağacın kovuğundaki evine götürmüş. Küpkız bu ağaç kovuğunu pek sevmiş benimsemiş. O dev ağacın çapraşık çupraşık kovuğunda ağacın en tepesine kadar uzanan merdiven varmış, sarıla dolana yükselen. Sabahları güneşin doğuşunu o en tepeden izlemeyi çok sevmiş, kuşların sabah sohbetlerini muhakkak küpkız da şarkıları ile ortak olurmuş. Ağacın dev dallarında güneşlenen kelebeklerle konuşurmuş. Binlerce böcek arkadaşı olmuş. Sincaplar ve hüt hüt kuşları ile iyi anlaşmış. Alt komşuları olan köstebekler ve tavşanlarla da pek hoş geçinmiş. Kış oldu mu sobanın kenarına ilişip ihtiyar devin sallanan sandalyesine kurulup anlattığı hikayeleri dinlemiş. İşte zaman böyle geçmiş ve Küpkız büyümüş, büyürken dinlediği tüm hikayeler ve güzel doğa ona ilham vermiş. O da o ilhamlarla güzel şarkılar yazmış.
İhtiyar dev, devasa eline Küpkız’ı alıp, cebine koyuyormuş. Şehir şehir köy köy dolaşıyorlarmış birlikte. Gittikleri şehirlerde cebinden Küpkız’ı çıkartıp yüksekçe bir yere koyuyormuş. Küpkı’ın söylediği şarkıları tüm ahali hayranlıkla dinliyormuş. Gulyabaniler varsa bile insanların arasında, ihtiyar devden korkularına olsa gerek hiç çıkmıyorlarmış ortalığa. Küpkız’ın güzel şarkıları bittiğinde, ihtiyar dev onu cebine geri koyup sihirli ayakkabılarının topuklarını birbirlerine vuruyor ve pıt diye İhtiyar devin dev ağacına giden yolda buluyorlarmış kendilerini. İhtiyar Dev, Küpkız’a bildiği tüm hikayeleri anlatmış ve Küpkız’ı dünyanın bildiği tüm kentlerine götürmüş. Ama dev zaten ihtiyarmış daha da ihtiyarlamış Küpkız büyürken ve ihtiyarlayan tüm devlerin yaptığı gibi, günün birinde ebediyete giden beyaz gemiye bizim ihtiyar dev de binmiş. Binmeden evvel Küpkız’ının iki gözünü de öpmüş ve demiş ki “Cesur ol, kendin ol, ben buralarda olmasam da hep arkandayım.” Bu sözleri söyleyip gemiye binerken Küpkız’ın içi yüreği yanmış gözleri kızarmış ve hüngür hüngür ağlamış. Dev giderken Küpkız’ına, sihirli çizmelerini ve bir de büyülü sandığını vermiş.
İhtiyar devi uğurladıktan sonra küpkız dev ağacına doğru yürürken öyle hüzünlenmiş öyle hüzünlenmiş sonra o hüzün sese dönüşmüş ve çok güzel bir şarkı söyletmiş Küpkız’a. Küpkız, gözlerinden yaşlar süzüle süzüle dönerken ağaç kovuğunda evine, o şarkıyı duyan tüm sincaplar, karacalar, geyikler, hatta ormanın dev ayısı, bozkurdu, sinsi tilkisi bile durup dinlemişler kızı. Küpkız’ın sesi dillere destanmış. Zaten Küpkızlarının sesleri her asır çok güzel olurmuş ama gulyabaniler o seslerinden ötürü küpkızları avladıklarından, nesilleri pek az, pek az kalmış.
İhtiyar devin göçmesi ile hüzünlenen Küpkız bir süre ağaç kovuğundaki evlerinden hiç çıkmamış. Ancak zaman erişip de İhtiyar Dev’in sevdiği kentlerde şarkılar söylemenin festivalli vakitleri eriştiğinde Küpkız sihirli ayakkabıları geçirmiş ayağına ve vurmuş topuklarını birbirlerine. Böylece uzak uzak diyarlara varmış, yeri gelmiş neşeli, yeri gelmiş hüzünlü şarkılar söylemiş. Şarkılar söylerken ışıldamış teni, gözlerinin mavisinin içinde minik kırmızı pırıltılar çıkmış. Ve onun şenlendirdiği noellerde yağan karlar kırmızı pembe parıldamış. Nevruzlarda bahar bahçe olmuş heryer. Yazın Küpkız’ın sesi ile meyveler gövermiş, gökçeleşmiş. Ve onun hüznü ile sararmış, kızarmış tüm yapraklar sonbaharda.
Gene bir gün, incecik ve tertemiz akan Şirin Dere’nin yanındaki Koca Çınar’ın yaprakları yerlere dökülürken ve top top tohumları ise Koca Çıanr’ın dallarını süslerken güz şarkısını söylüyormuş Küpkız. O şarkısını söylerken orman yapraklarını kızartmış, sarartmış, kimini dökmüş, kimini tutmuş. Ancak o güzelim ses ormanda dolanırken, orman karanlık gölgelerle dolmuş. Kalabalıkların arasında bir gul görmüş Küpkız. Sonra bir başkasını daha görmüş. Sonra bir başkasını daha. Ve ardından o guller kalabalıkların içerisinden ellerini uzatmışlar, ürkütücü ağızlarını açmışlar. İçlerinde bulundukları, ciğerlerini yiyerek beslendikleri insanların ağızlarından konuşmuşlar. Kalabalıklar Küpkızı beğenip alkışlarken, hele kalabalıkların içerisindeki bir genç yakışıklı adam hayran hayran dinlerken, küp kız kalabalıkları, yakışıklı hayran adamı değil de gulleri duymuş. Alkışları değil de o gullerin lanetlerini dinlemiş. Ardından gözlerinin mavisi kırmızısı sönmüş önce, saçlarının turuncu kırmızısı yitmiş sonra da beti benzi bembeyaz sapsarı olmuş, tıpkı altında yaprakların düşüşünü izlediği koca Çınar gibi. Ardından inmiş sahneden koşan ürkek adımlarla, bulduğu ilk küpe atlamış ve kaybolmuş.
O genç adama veya kalabalıklara göre, Küpkız yittiğinden beri yeryüzü tekrar öyle neşeli ve şen olmamış tekrar. Olamamış. Mevsimler bir daha öyle neşeli neşeli gelmemiş yer yüzüne. Kış ve noel öyle parıl parıl geçmemiş ve güz hissettirmeden renklerini geçip gitmiş sonraki 12 mevsim. Ta ki bir gece, kışın en sert ve soğuk gecesi o genç adam o çınarın altında dolanana kadar.
Genç adam çınarın altında dolaşıp dolanırken, oralardan geçerken bir altın lira bulmuş. Bu altın liranın üzerinde bir kız resmi varmış o resim tıpkı Küpkıza benzemekteymiş. O altın lirayı alınca genç adam aklına dinlediği güzel müzik gelmiş. Ve bir de aklına bir zamanlar, dünyanın dört bir köşesinde Küpkızı dinlediği güzel günler gelmiş. O zamanlar dünyanın ne kadar şen olduğunu ve güzel koktuğunu hatırlamış. Oracıkta kafasını yukarı dallara doğru kaldırmış ve dökülen yaprakların çırılçıplak bıraktığı dalları izlemiş. O esnada o Koca Çınar’ın dibinden bir çike çıkmış. Bir dirsek boyundaki minik bir cüce olan bu çikenin bir huyu varmış. Şarkılar, türküler dinlemeyi çok sevdiğinden yaşadığı çınarların altına altın lira atarmış. Bu altın lirayı bulan insanları etkisi altına alır zorla şarkılar söyletirmiş. Gene öyle yapmış: Çıktığı yerden ellerini kollarını göğe doğru kaldırmış ve bu büyülü hareketi ile genç adamı etkisi altına almış. Çike Genç adama bildiği bütün şarkıları kendisine okumasını söylemiş. Genç adam Dünyanın farklı güzel şehirlerinin meydanlarında Küpkız’dan dinleyip de kalbine işleyen tüm şarkıları orada söylemiş. Söyledikçe hatırlamış, hatırlarıkça özlemiş. Genç adam şarkıları söylerken, Küpkız’ı özleyen orman ruhları, çıvılar, geyikler, yılkı atları, kuşlar oraya toplanmışlar. Şarkılar bittiğinde genç adamın gözünden yaşlar süzülmüş.Çike Çınar’ın altındaki yuvasına girmeden evvel genç adama, bulduğu altın lirayı dilediği gibi harcayabileceğini söylemiş. Genç adamsa Çikeye, bu altın lira karşılığında, Küpkız’ın nerede olduğunu kendisine söylemesini istemiş. Çike dönmüş altın lirayı almış ve adama eğilmesini işaret etmiş. Küpkız 12 sene evvel girdiği yerin dibinde hala bir kuyuda yaşıyor demiş usulca genç adamın kulağına.
“Oraya nasıl gidebilirim?” diye sormuş genç adam. Bunun üzerine Çike parmağını şıklatmış ve genç adamı bir köstebeğe dönüştürmüş. Kolu ile de devrilmiş kenarda duran kırık küpü işaret etmiş ve demiş: “Oraya gidersen doğruca Küpkız’ın durduğu kuyuya inersin.” Köstebek önce tereddüt etmiş ama hemen ardından küpün içine girmiş. Küpün içinde ilerlemiş ilerlemiş ve sonunda çok derin ve çok ıssız bir kuyuda bulmuş kendisini. O kuyunun içerisinde dönmüş dolaşmış çok karanlıkmış. Hiçbi yerden ışık görünmüyormuş. Öyle ıssızmış ki, orada olan bir daha aydınlıkları ve kalabalıkları göremeyeceğini hissediyormuş. Karanlıkların içinde dönmüş durmuş köstebek, sonra birden bir hıçkırık sesi duymuş. Duyduğu tarafa doğru gitmiş ve Küpkız’ın orada olduğunu fark etmiş. Onu ürkütmeden yaklaşmış, Küpkız karanlıklar içinde kendine yaklaşanın birinin olduğunu fark etmiş. Şaşırmış. “Kimsin?” diye sormuş.
Köstebek de “Ben köstebek.” diye yanıtlamış. Sonra konuşmaya başlamışlar.
Küpkız senelerdir içinde bulunduğu karanlık kuyudan artık dışarı çıkmak istemediğini söylemiş. Ama köstebek ona söylediği şarkıların güzelliğini hatırlatmış ve o varken dünyanın nasıl güzel bir yer olduğunu anlatmış.
Köstebek anlatırken, Küpkız bütün bunları hatırlamış ve içinde senelerden beri ilk defa Dünya’ya dönmek için istek hissetmiş. Köstebek dönüş yolunu bildiğini söylemiş ve köstebekle birlikte o karanlık derin kuyudan birlikte dışarı çıkmışlar. Dünyaya tekrar döndüğünde Küpkız’ın gözleri kamaşmış, şaşkın ve ürkek bir şekilde bakmış etrafına. Sararmış yapraklara, ormana, kenarında şırıl şırıl akan dereye. Köstebek de peşinden çıkmış ancak köstebek çok daha şaşkınmış. Çünkü seneler sonra gördüğü Küpkız’ı aydınlıkta tanıyamamış. Küpkız’ın turuncu saçları masmavi gözleri al yanakları kırmızı dudakları yokmuş eskisi gibi, solmuş bir parşömen gibiymiş, betinde benzinde hiç renk kalmamış. Onun dönüşünün şerefine çike ve diğer orman canlıları şarkı dinlemek istemişler. Küpkız şarkı söylemek istemiş ancak sesi hiç çıkmamış, şaşkın ve üzgün bir şekilde bakmış etrafına. Omuzları düşmüş, yüreğinde seneler sonra beliren o minik heyecan puf diye sönmüş gitmiş. Köstebek bunu görünce çok çok üzülmüş ve gözlerinden 3 damla yaş düşmüş toprağa.
Toprağa o 3 damla yaş değdiğinde, orman cadısı esrarengiz bir duman gibi belirivermiş. Orman cadısı önce Küpkıza bakmış, koklamış, saçlarını tutmuş. Kızın etrafında dönmüş öylece, ardından “Alazlanması gerek.” diye buyurmuş. O öyle dediğinde geyikler, sincaplar, hatta kurt ve ayı bile çalı çırpıyı bulup toplayıp getimişler ve meydanda gösterişli bir ateş yakmış orman cadısı. Ardından kızı üzerinden 3 defa atlatmış. İlk atlayışta yanakları dudakları ve saçı renklenmiş kızın ikincisinde gözleri masmavi ışıldamış son atlayıştan sonra da sesi güp gür yerine gelmiş. Ardından 12 sene boyunca söyleyemediği tüm şarkıları söylemiş. Acısını, korkusunu telaşını neşesini merakını kahkahasını katmış şarkılarına ve söyledikçe teni ışıldamış. Sesini rüzgarlar dört bir yöne taşımışlar. Bir sürü dinleyen olmuş. Dünyanın da rengi, keyfi, lezzeti, afiyeti yerine gelmiş.
Ancak Küpkızın şenlikli sesi bu sefer çok daha fazla gulyabaniyi uyandırmış. Orman gene gölgelerle dolmuş. Orman cadısı da oradaymış bu sefer ve elinde tuttuğu görkemli asasını yere vurup kahve kızıl gözlerini dikmiş Küpkız’ın gözlerine ve bağırmış “Hatırla” diye. O zaman işte Küpkız’ın aklına ihtiyar devden aldığı sandık gelmiş. Sandığın içinde bir alev taşının takılı olduğu bir zincir varmış. O taşlı zinciri sallamış ve zincir sallandığında guller korkup uzaklaşmışlar. Küpkız kurtulunca çike elini şıklatarak köstebeği genç adama geri çevirmiş. Genç adam Küpkıza ömrü boyunca hayran olmaya devam etmiş ve gücünün yettiğince tüm konserlerine katılmış. Küpkız da dünyanın dört bir yanında şenlik ve şölen düzenlemeye devam etmiş. Şanlandıkça şanlanmış ve ünü heryere yayılmış. Dünya gene ve sonsuza kadar şen, neşeli, renkli, büyülü, meraklı bir yer olmuş Küpkız’ın sesi ve ilhamı ile.
Comments