top of page

İdil ile Nergis'in kavgası

Sonraki sabah gün ağardı. Ortalıkta dünkü yangının is kokusu vardı. Herkes ne olduğunu duymak, anlamak istiyordu. Alkarısı eskisi gibi hasta durmuyordu hiç. Fatma herşeye rağmen gene güzel bir kahvaltı hazırlamıştı. Herkes sessiz bir şekilde kahvaltı masasına oturdu. Kara Congales ateşin kenarında elinde birkaç minik şişe, tuhaf sözler söylüyor ve şişeleri evirip çeviriyordu. İri nasırlı elleri ile şöminenin kenarındaki közleri alıyor, ellerinde ufalıyor ve şişelere döküyordu. Avcunun içinde közler, gri bir dumana dönüşüyor ve şişeye ağır bir havaymış ya da sıvıymış gibi düşüyordu. Bu garip işi Selahattin ile İdil epey izlediler. Alkarısı, ormandaki yangından beri al al yanakları ile canlı ve ateş gibiydi. Artık şöminenin kenarında oturmuyor sürekli oradan ıraya koşturuyordu. Hemen her gün ormana gidiyor, kışın ortasında yemyeşil yaprakları olan kapkalın bir kökten filizlenmiş dallarla ilgileniyordu.


Sabah onun peşinden Nergis de çıktı dışarı. Sağa sola bakmadı. Dışarıda yağmur yağıyordu. İdil Nergis'in peşinden çıktı dışarı. Ona doğru bakındı. O an müthiş bir öfke hissetti içinde, duramadı yerinde. Çıktı dışarı ve Nergis'e doğru koştu.


"Nereye gidiyorsun?" diye bağırdı. Nergis cevap vermedi.

"İşleri karma karışık ettin, şimdi de gidiyorsun değil mi?" diye bağırdı tekrar. O zaman Nergis döndü,

"Ben mi karmaşık ettim gerçekten işleri?" diye söylendi. "Ben mi? Beni mi suçluyorsun?"

"Kimi suçlayayım. Sen gelene kadar böyle bir şey olmamıştı!"

"Etrafında olan bitenden habersiz, Konak'tan dışarı başını çıkartmadığın için oldu bunlar! Bunun suçunu yıkmaya beni mi buldun!"

"Bibloyu kırdın!"

"Biblonun kırılması gerektiğinden kırdım. Sır olanın salınması gerektiğinden kırdım! Kolay değil mi beni suçlamak! Bunca sene nerede olduğumu biliyor musun?"

"Bilmiyorum, umrumda da değil! Gene sorumsuzca sürtüyorsundur bir yerlerde!"

"Yerin altındaydım İdil. Senin olman gereken yerde! Senin yerine! Ve sana söyleyim, çok kötüsü bekliyor buraları. Çok daha kötüsü. Ve olacakların hiç birini durduramayacaksın!" Nergis böyle konuştuktan sonra ormana doğru hızlı adımlarla yürümeye başladı. Öyle kızgındı ki suratı kıpkırmızı olmuştu ve elleri yumruk halindeydi. Belki İdil biraz yakına gelse dövüşeceklerdi.

"Gitme hiç bir yere, buraya gel. Anlat, konuş. Söylediklerinden hiç bir şey anlamadım!"

Nergis ormanda epey ilerlemişti ve kendisine hala öfkeyle bağıran İdil'e cevap vermeden yürümeye devam etti. İdil biraz Nergis'in peşinden gitti. Ancak bir süre sonra ormanın içinde Nergis'in izini kaybetti. Ortalık sisle kaplamıştı ve gene o garip kızılımsı renk görülmeye başlamıştı.


Bir süre sonra İdil yoruldu ve devasa ağaçların altında ürktü. Ormanın fısıltıcı perileri etrafında uçuşmaya başladı. Bu periler minicik, kanatlı varlıklardı ve insanın etrafında uçuşurlarken, kişiye bir sürü evham ve vesvese fısıldarlardı. Bir kısmı fısıldadıklarının gerçek olabilirdi. Bu nedenle de çoğu kişi onların dediklerine inanırdı. Kış vakti bu periler tehlikeli bulunurdu çünkü korkan ve kaygılanan insanlar, ormandan dönecek gücü kendilerinde bulamazlardı. İdil bu nedenle orman perilerine aldırış etmedi.


"Korucu cadı, ormanını koruyamadı."

"Korucu cadı, Ağaç Ana'yı koruyamadı, şimdi yerin katlarını hangi kökler tutacak?"

"Kış ortasında doğan ağaç bebeğe kim bakacak?"

"Kara Kam, Kara Kam!"


Ama fısıltılar da havanın karanlığı da artınca İdil telaşlandı. Hangi tarafa koşacağını bilemedi. İlerlerken


"Konaktan uzaklaşır korucu cadı!"

"Kendi ormanını bilmez korucu cadı!"

"Ormanın büyülü varlıklarını koruyamadı cadı!"

"Ak cadı, kara cadı, olmaz olsun böyle cadı!" diye fısıltılar devam etti. Hava iyiden iyiye karardığında İdil Nergis'e seslenmeye başladı. Ormanın gölgelerinden ve karanlığından korkuyordu. başka bir tarafa doğru koşmaya başladı. Koştu, koştu. Ortalık iyice kararmıştı ve çok soğuktu. Eğer Konak'ın yolunu bulamazsa geceyi donmadan geçirmesi mümkün olamazdı. İyice korktu ve kendisini orman perilerinin sözlerinden iyice suçlu hissetti.


"Cadı karı, cadı karı,

Yol, iz bilmez,

Afra bilmez, tafra bilmez,

Naz bilmez, endam bilmez,

Aşk bilmez, tutku bilmez.

Saklanır, ormanında saklanır,

Ormanı bilmez, efsunu bilmez,

Ayı bilmez, yıldızı bilmez,

Konak'ın da saklanır,

Saklanır da saklanır

Cadı karı, cadı karı,

Cadıların yüz karası"


Artık periler bir ağızdan söyleniyorlardı. İdil onları başından savuşturmaya çalıştıysa da başaramadı. İleride bir mağara gördü, mağaranın içine koştu, girdi. İçerisi biraz daha sıcaktı. Gece burada saklanmaya karar verdi. Ama mağaranın içi tuhaftı. Perilerin hiç biri onun peşinden mağaraya girmemişlerdi. Bir süre sonra duvardaki gölgelerin oynadığını fark etti. Mağaranın diğer ucundan kızılımsı bir ışık giriyordu içeriye.

Mağaranın derinliklerine doğru ilerlemeye başladı. Garip bir ses vardı kulağında. Sanki bir arp sesi. İçerideki hava ağırdı. İdil'in göz kapakları ağırlaştırıyordu. Bedeninin çok üşüdüğünü fark etti. Belki başka bir zaman olsa, böyle bilmediği bir mağaranın derinliklerine doğru ilerlemezdi. Tedirgin olurdu ama o an uyumak istiyordu. Gözleri bir an düştü, o an sanki nefessiz kalmış, bin tane el onu boğmaya çalışmış gibi hissetti. Gözlerini açtığında mağaranın ucundaydı ve derin bir nefes aldı. O nefes ona susuzluğunu dindiren bir suymuş gibi ferah geldi. Karşısında yer altının hükümdarı Erlik duruyordu. Çok az bir kıyafet vardı üzerinde, sanki Karanlık bir Kış'ın ortasında değillermiş gibi. O zaman fark etti ki ortalık olması gerekenden çok daha fazla sıcaktı. Kendi üstü başındakileri de garip buldu o zaman.

"Gel" dedi Erlik, "Gel, özledim seni!"

İdil'in incecik bileğini tutup çekti onu kendisine. Erlik'in bedeni, İdil'in bedenine değdiğinde sanki zaman durdu. Sanki bambaşka oldu her şey. Sanki ortalık karardı. Sanki İdil daha evvel hiç hissetmediği bir ateşi hissetti kalbinde, karnında, bedeninde. Orada ne kadar süre başbaşa kaldılar bilmiyoruz.


Sabahın ilk ışıkları seçilmeye başladığında İdil üşüyerek uyandı. Mağaranın girişinin kenarındaydı ve üzerinde çok az kıyafet vardı. Hemen üzerini giyindi ve mağaranın ucuna doğru koştu. Dün geceki gibi uzun bir koridor yoktu. Duvar vardı yerine. İdil pek büyü kullanmaya alışık değildi ama karanlık ı aydınlatmak için bildiği ufak bir büyüyü fısıldadı. "Azazil" dedi. Bu büyü, yasaklı büyülerdendi. Artık cadılar ışığı çağırmıyorlardı. Işığı getiren ile şeytan aynı ismi taşıdığı için binlerce sene evvel kullanmayı bırakmışlardı. Buna rağmen her bir cadı bu büyüyü biliyordu. Ortalık aydınlanınca mağaranın duvarında garip şekiller görüldü. Küçük insan çizimlerinin karşısında devasa bir insan çizimi vardı, elinde bir kırbaç diğer elinde ise bir kuru kafar tutan bir insan. İdil etrafa bakındı. Orada uzun saçlı kadın iskeletleri vardı. İdil çok ürperdi ve koşarak mağaradan dışarı çıktı. Dışarı çıktığında daha çok korktu çünkü etrafındaki ağaçlar simsiyah bir renge bürünmüştü. Bir orman yangını daha çıktığını anladı. Koşmaya devam etti, bir süre sonra etraf tanıdık gelmeye başladı. Orman perileri ortalıkta görünmüyorlardı. Karşı yamaç, Kutsal Ağaç Ana'nın ormanıydı. Şimdi Ağaç Ana'nın cansız kütüğü orada yatıyordu. Ağaç bebeği merak etti ama onu yanmış görecek olmaktan korktu. Kutsal ormana adım atamadı, kendisini çok suçlu hissediyordu.


Konak'a doğru ilerledi. Onu gördüklerinde evde olanlar dışarı çıktılar. Fatma üşümüş ve darmadağınık gören İdil'i kocaman bir battaniye ile sardı ve Ahmet'e "Ormanda İdil Hanım'i arayanlara haber et geldiğini" dedi. Sonra nerede olduğunu, hiç bir şeyi sormadan "Böyle görmesinler seni hanımım." diyerek banyoya götürdü.

İdil sessizce itaat etti Fatma'nın söylediklerine. Uzun bir banyodan sonra Fatma İdil'in odasında yaktığı harlı şöminenin karşısında giyindirdi İdil'i bir bebek gibi. İdil'in bedeninde izler vardı. Fatma izlere baktı, anladı ama sormadı. İdil dün gecenşn gerçek olduğunu anladığında karnında kelebeklerin uçuştuğunu hissetti. Ama hiç konuşmadı. Karnında uçuşan kelebeklerden daha büyük bir his vardı üzerinde, bütük bir suçluluk duygusu. Fatma, minik bir çocuğa gösteribilecek bir ilgiyle İdil'i giydirip, saçlarını kurutunca, sıcak su torbaları ile ısıttığı yatağa yatırdı onu ve üzerini kalın, rahat battaniye ve yorganlarla örttü.

"Bugün istirahat et İdil hanım, ben herkese hastalandığını söylerim." dedi. Sonra gitti.

İdil kendisini hiç hasta hissetmiyordu. Ama odasında, sorulardan uzak kalmayı istedi. Olanları düşündü. Erlik kendisini öpmüştü. Özlediğini söylemişti. Daha öncesi mi vardı özleyecek? Ama o iskeletler, başka cadılar ölmüş müydü orada? Erlik'in özlemi acaba ne kadar sürecekti. Ormanın yanması İdil'in mi suçuydu?


Saatlerce bu düşüncelerin arasında dolandı kafası İdil'in. Belki Erlik onu o kadar heyecanlandırmış olmasa, suçluluk duygusu nefes almasına bile izin vermezdi ama ateş gibiydi bedeni. Kendisine kızıyordu bir taraftan, diğer taraftan Erlik'i düşünmeden edemiyordu. Dün gecenin her ayrıntısı kalbini çarptırıyordu. Kalbi belki tüm gün olağandan hızlı hızlı attı.


Gece geç bir saatte odasının kapısı çalındı. İçeriye Kara Congales girdi.

"Arabayı hazırlattım İdil. Burada kalamazsın artık. İdil ile Selahattin seni geçide kadar götürecek. Ayandon'da yer altının kapısı açılır. Fırtınayı denize doğru sür. Kara Ejder'i uyandır. O seni yerin altına taşıyacaktır. Benim selamımı söyle."

İdil hiç bir şey anlamadı. Ama soru da soramadı. Yerin altına gitmek, bu toprakları bırakmak, dün sorsan öfkesini zıplatırdı. Hatrını sormak için arayıp da onu şehre çağıran arkadaşlarına bile köpürüyordu telefonda. Ama şimi yerin altı, Erlik'i görmek demek olacaktı. Hayatta bugüne kadar neler istemişti, neleri feda etmişti. Aklında ne hayaller vardı. Şimdi Kutsal Orman yangınının tam da ortasında korucusu olduğu toprakları bırakması isteniyordu. İdil'in tek istediği Erlik'i bir daha görebilmekti. O nedenle hiç itiraz etmedi. Yüreğindeki suçluluk daha da güçlendi. Aşk içinde yana tutuşa, düğüne gider gibi heves ve heyecanla hazırlandı.


Fatma yardım için içeri girdiğinde İdil küçük bir valiz hazırlamıştı. Fatma "Valize gerek yok hanımım. Congales'in dediğine göre gerek yok" dedi ve ağladı. Sessizce eşlik etti İdil'e.


İdil arabaya binmek için aşağı indiğinde şaşırdı. Congales'in araba dediği, derme çatma bir ahşap kulübeydi. Sanki bir mumyaymış gibi görünen ama al al yanakları olan orman kadını kulübenin kapısında oturmuştu. İdil'i gördüğünde kapıyı açtı ve içeri gir dedi. İdil içeri girdiğinde mumya kadın kapıyı kapattı ve kapıya üç kere tıkladı. Ardından kulübe yerinden oynadı. Karanlıkta pencereden görebildiği kadarı ile İdil, kulübenin iki bacağı vardı, tavuk bacaklarına benzeyen. Sallana sallana bir yolculuğ başladılar. Ormandaki yağmur, çatıya vurdukça tıpır tıpır ses çıkıyordu. İdil, içeride Nergis'in yüzüne hiç bakmadı. Selahattin ise oldukça üzgün ve suskun duruyordu.

Son Yazılar

Hepsini Gör

Ertesi Sabah

Ertesi sabah salonda bir sürü tüylerin arasında uyandı anne. Kollarının arasında kızlarının da olduğunu sörünce sevindi. Perilayn...

Anne ağlıyorken

O gün çok uzun bir gün olmuştu. Şeker de çocuklarla birlikte uyuduğunda salona indi Anne. Perilayn ona portakallı çay yaptığını söyledi....

Perilayn'ın Gözleri

Karlar lapa lapa yağıyordu. O sene o kadar çok kar yağdı ki, kasabanın dışarısı ile ilişkisi iyiden iyiye kesildi. Kırmızı saçlı adamın o...

Comments


bottom of page