Evvel zamanda uzak bir ülkede bir Hatun kişi yaşarmış. Günün birinde Hatun Kişi'nin bir bebeği doğmuş. "Gözümün Nuru!" demiş çok sevinmiş, yedi düvele haber vermiş. Bebeği görmeye gelenler birbirlerine anlatmışlar. Böyle güzel, şirin, ışıldayan teni, masum bir ifadesi olan başka bir bebek görülmemiş o güne değin yer üzerinde. Duyan gelmiş, duyan gelmiş. Gelenler arasında bir karalar giyinmiş cadı da varmış. Hatun kişiye kimileri o karalar giymiş cadıyı bebeğine yaklaştırmamasını tembih etmişse de hatun kişi dinlememiş. Bebeğinin güzelliği öyle çok hoşuna gidiyormuş ki, herkes görsün, herkes övsün istiyormuş. Karalar giyinmiş cadı, uzun burnunu, gri saçlarını ve sivri çenesini tekinsiz bir biçimde yaklaştırmış bebeğe. Gözlerini belerte belerte bakmış. Sonra gözlerini Hatun kişiye çevirmiş ve 'hıh' demiş, gitmiş.
O günden sonra bebek gittikçe görünmez olmaya başlamış. Bizim Hatun kişi etraftakilere sormuş. "Neden bebeğim görünmez oluyor?" diye. Türlü türlü doktorlara, ebelere götürmüş, kocakarılara okutmuş. Şifalı sularla yıkamış ama bebek gittikçe solgunlaşmış, zor seçilir hale gelmiş. O zaman belki şifayı başka yerlerde bulurum diye bebeğini bir bisiklete koymuş ve çıkmış yollara. Sürmüş, sürmüş bisikletini. Dağları aşmış, ormanlarda dolaşmış, bereketli vadilerden, uçsuz bucaksız çayırlardan geçmiş. Aramış, taramış. Farklı diyarlara gitmiş, sormuş, soruşturmuş. Ancak görünmezliğe ilaç bilen, çare bilen, şifa bilen kimseciklere rastlayamamış.
Amaçsızca uzun uzun gezmiş yollarda, aramış, sormuş, dönmüş durmuş. Bir yerde yorulunca oturmuş. Oturduğu yerden karşısına bakmış. Dağlar ve bambaşka dağlar görünüyormuş. Kendisini bitkin ve yapayalnız hissetmiş. Birşeyler yemiş, sonra bebeğini beslemek için, sepete bakmış ama sepetin içi boşmuş. Bebek emekleyerek kaçmış. O anda korkmuş ve seslenmiş. Aramış heryerde ama görünmeyen bebeği bulmak zormuş. Çok korkmuş kaybettim diye. O esnada bebeğinin sesini duymuş. Elleri ile aramış ve bulmuş. Rahatlamış. "Demek emekleyecek, sepetinden çıakcak kadar büyüdün. Seni hiç göremiyorum canım yavrum!" demiş. Kızını doyurmuş ve sepeti emniyete alıp tekrar yola koyulmuş. Yolda karşılaştığı insanlara derdini anlatmış ve sormaya, soruşturmaya devam etmiş.
Nihayetinde biri ona bir orman cadısından bahsetmiş. Orman cadısı, Kara Orman'ın böğürtlenli kıyısında yaşıyormuş. Oraya girmek zormuş biraz. Hele hele böyle şortla gezen bir hanım için daha da zor olacak demiş. O cadı kostüm cadısıdır. Görünmezlik derdine deva olur mu bilemem ama yaptığı kostümlerle insanı dönüştürme büyüsü vardır. Kral kostümü dikerse size Kral olursunuz!" demiş. Hatun kişi bu duyduğuna çok, pek çok sevinmiş. Hemen yollara koyulmuş. Hakikaten böğürtlenli kıyı pek dikenliymiş, bacakları çizilmiş ama ormanda ilerlemiş ve açıklık bir yerde minik ve şirin bir av görmüş. Bahçesinde çeşi çeşit kumaşlar yıkanmış, kurusun diye asılmış. Anne heyecanla gitmiş ve kapıyı çalmış.
Kapıyı açmış orman cadısı. "Hoşgeldiniz!" demiş.
"Hoşbuldum, kızımla geldik!" demiş Hatun kişi. "Ama kızıma bir Kara Cadı lanet etti, o zamandan beri görülmüyor kızım!"
"Vah, vah. Ne üzücü bir durum!" demiş Orman Cadısı. Sonra sepetin içine doğru çevirmiş başını ve sanki bebeği görüyormuş gibi "Ne şirinsin sen öyle! Hoşgeldin!" demiş. "Çok uzun yollardan gelmiş gibisiniz. Buyrun içeri de karnınızı doyurayım."
İçeriden mis gibi yemek kokuları geliyormuş. Hatun kişi, yaşlı orman cadısına yardım etmiş. O esnada evin sağna soluna da bakmış. Evin ortasında kocaman bir dikiş salonu varmış. İçinde çeşit çeşit kumaşlar, binbir çeşit düğmeler, süsler, pırlantalar, inciler görünüyormuş. Cadı, Hatun kişinin o tarafa baktığını görünce muzip bir biçimde gülümsemiş ve dikiş salonunun kapısını kapatmış. Birlikte masaya oturmuşlar, yemişler içmişler. Cadı, gülümseyerek dinlemiş anneyi. Hatun kişi yani anne başından geçenleri, olanları bitenleri anlatmaya koyulmuş. Anlatmış, anlatmış. Yemekler bitmiş, tatlılar konmuş, tatlılar bitmiş çay demlenmiş, çay bitmiş kahve içilmiş. Cadı tek söz dahi etmemiş ama anne anlata anlata bitirememiş. Birden gök gürüldemiş ve felaket bir fırtına başlamış. Cadı o zaman telaşla dışarı çıkmış ve askıdaki çamaşırları toplamış. İçeri girince sobayı yakmış ve "Kestane Karası başladı. Kolay kolay da bitmez. Anlaşılan bana misafir olacaksınız. Hanidir kimseler gelmemişti ya, ses olur bana" demiş. Hatun kişi bu durumdan hiç şikayetçi olmamış. Hanidir rahat bir yatakta, güvenli bir çatının altında yatmamış, uyumamış çünkü. Kestane Karası sürmüş, tam 10 gün sürmüş. İşte o 10 gün boyunca, Hatun Kişi, orman cadısına dil dökmüş, yalvarmış yakarmış. "Kızımı görünür yapmanın bir yolunu bulmalısın cadı!" demiş. Cadı ona şöyle anlatmış: "Benim görünmezlik derdine bildiğim bir çare yok. Kostümlerim sadece kendi için yollara düşenlere, sınavları geçenlere, kendini bilenlere. Küçük hanımın kim olduğunu bilebildiğini hiç zannetmiyorum. Bu nedenle ona bir kostüm yapamam. Kaldı ki kostümlerimden birini ona giydirsek ne olur? Ancak kostümün vaat ettiği kişi olur çıkar. Belki o kişi iken görünür. Ama ya o kişi değilse. O zaman bir işe yaramaz." Ama anlattıkça anlatmış Hatun kişi, yalvarmış, yakarmış, elinden geleni ardına koymamış. Sonunda Cadı pes etmiş. Onları kostüm odasına almış.
İçeride bir sürü farklı kostüm varmış. Palyaço kostümleri, köylü kostümleri, fakir kostümleri, zengin kostümleri, prens veya prenses kostümleri. Her biri detaylara çok önem verilerek hazırlanmış. muhteşem şeylermiş. Hatun kişi incelemiş her birini. Şaşaalı, gösterişli şeylerin önünde fazlaca kalmış. Bakmış, incelemiş, baktıkça daha da beğenmiş. En sonunda prenses kostümünde karar kılmış. "Bunu bize ver ne olur!" demiş. Cadı da Hatun kişiye bakmış sonra bakışlarını yerde emekleyen mini miniciğe çevirmiş ve demiş ki "Veririm ama bir şartım olacak. Bu mini mini hatun kostümü giysin, oynasın eğlensin, okusun da büyüsün. Kostüm ona artık olmadığında, sırtına daha da güymek istemediğinde kalksın yanıma gelsin. Geldiğinde benim çırağım olacak. Artık yaşlanıyorum, o büyüdüğünde daha da yaşlı olurum. Artık bir çırak almam gerekecek."
Hatun kişi hemen kabul etmiş. Uzun uzadıya düşünecek birşey yokmuş. Yavrusunu hemen giydirmiş ve prenses kostümü içinde bir anda prensesler gibi görünen kızını görünce çok duygulanmış. kızını öpmüş, öpmüş. Çok çok öpmüş, bağrına yaslamış. Kestane karası yapışları ibttiğinde çok teşekkürler ederek çıkmışlar cadının yanından, gitmişler memleketlerine. Prenses kostümü içinde insan ancak prenses gibi davranabiliyormuş. Kız da büyüyormuş ancak tıpkı bir prenses gibi. Üzerindeki satafatlı elbise ile koşamıyor, tırmanamıyor, sokak oyunlarına katılamıyormuş. Prenses olmak iyiymiş, güzelmiş ama her zaman yapılacak iş değilmiş doğrusu. Kız bunu yaşaya yaşay öğrenmiş.
Zamanlar masallarda kimi zaman hızlı geçer, kimi zamansa yavaş. Bu sefer hızlı geçmiş, kız büyümüş. Büyüdüğünde kızgın ve şaşkın bir genç olmuş. "Prenses olmak istemiyorum Anne, sürekli aynı elbiseyi de giymek istemiyorum. Bu elbiseyi daha da görmek istemiyorum!" diye öfke ile bağırmış. Üzerinden çıkartıp atmış. Annesi, kızının çamurlara fırlattığı elbiseyi almış ve katlamış. "Gene görünmez oldun!" demiş kızına. Kızı "Hiçte bile!" demiş, sinirle çıkmış evden dışarı. Ama dışarı çıktığında gerçekten kimse onu görmemiş. Dolanmış durmuş boş yere. Sonunda yorulmuş, ıslanmış da biraz, eve geri gelmiş. O zaman annesi ona, o küçükken olan biten her şeyi, kostümü aldıkları orman cadısını ve cadıya verdiği sözü anlatmış. Sonra demiş, "İstersen kal daha azıcık kostümü elimden geçireyim, genişleteyim, daha olur sana." Ama kız düşünmüş, yola çıkmaya karar vermiş.
Az gitmiş, uz gitmiş. Çok yoldan, çok dereden geçmiş, nehirleri aşmış, bataklıkları geçmiş, dağlardan dolanmış. Orman Cadı'sının yaşadığı ormanın kıyısına kadar gelmiş. Orada bakınmış, durmuş. Böğürtlenli kıyıyı bulmuş. Tıpkı seneler evvel annesinin geldiği zamanlardaki gibi yazın sonlarıymış. Orman Cadısı'nın kapısını çalmış. Cadı kapıyı açmış, onu içeri almış, yemekler vermiş. " Nihayet geldin, senin yardımına ihtiyacım vardı." demiş. Ona anlatmaya başlamış. Kumaş getirmeleri için kuşları nasıl tembihlemesi gerektiğini, hangi dokumacılardan nasıl kumaşlar geldiğini göstermiş. İnsanlar gelmiş yanlarına, insanları dinlemeyi, onlara uygun renklere bakmayı, kumaşını seçmeyi, dikmeyi ce süslemeyi öğretmiş. Orman cadısının işi çok tuhafmış, gelen kişiyi muhakkak 13 gece konaklatırmış. Sabah ayrı öğlen ayrı gece ayrı sorular sorarmış konuklara. Ölçülerini tekrar tekrar alır, kostümü giydirir giydirir çıkarttırırmış. Taşları, pırlantaları bir bezer bir sökermiş. Öğrenmesi zor ve karmaşıkmış bu sebeple. Kızın ayrıca yerleri silmesi, yemekleri pişirmesi, kumaları yıkaması da gerekiyormuş. Ayrıca kuşluk vakti kapının önünde birikenlere yem atmak da adetmiş, onu da unutmamalıymış. Yoksa birşey istediğinde fena gagalıyormuş kuşlar insanı.
İşte böyle böyle bir sürü zaman geçmiş. Kız arada Orman Cadısı'na soruyormuş bana da kostüm diker misin? diye, Orman Cadısı, kendi kostümünü kendin dikeceksin diyormuş. Kız aynanın karşısına geçiyormuş ama kendisini göremiyormuş. O nedenle tenine hangi renkten kumaş yakışır, bacakları uzun mu dikmeli, belini bol mı bırakmalı bilemiyormuş. Kız kendine dikmeyi beceremese de aylar ve yıllar geçtikçe, Orman Cadısının yanında başkalarına kostümler dikmeyi iyice becerir hale gelmiş. Ancak görünmemekten de çok sıkılmış. Bunalmış. Artık görünür olmak istiyormuş.
O sıralar kış zamanıymış ve soğuklar iyice fazlaymış. Zaman geçe geçe geçmiş. Kışın yollar kardan kapanıp da gitmek, gelmek mümkün olmayınca Cadı ile Kız uzun uzun uyumaya, dinlenmeye başlamışlar. Bir gece birden kapı çalınmış. Kız çok şaşırmış, bu kış kıyamette kim karları yarabilir de gelebilir diye. Kapıyı açtığında yeşil bir abası olan yaşlı bir adam görmüş. Adam kıza bakmış ve "Çekil hele, uzak yoldan geliyorum!" demiş. Kız çok şaşırmış ama cadı gibi bu yaşlı adam da kendisini görebiliyorsa, adamın da tuhaf birisi olduğunu, biraz ermiş veya büyücü olabileceğini düşünmüş. Onu içeri buyur etmiş. Hemen Cadı'ya haber vermiş ve sofrayı kurmuş. Cadı "Hıdır, hoşgeldin, gözümü gönlümü açtın. Umarım güzel haberlerin vardır." demiş ve oturmuşlar sofraya. Cadı sotmuş, Hıdır anlatmış, Hıdır sormuş Cadı anlatmış. Laf lafı açmış, neredeyse sabahlara kadar konuşmuşlar. Hıdır uzun ve ince bir adam olmasına rağmen çok iştahlıymış. Yedikçe yemiş, dahasını istemiş. Çay içmiş, kahve içmiş dahasını istemiş. Kız yanlarında bir ayakta durmuş, bir oturmuş, bir kıvrılmış kenara. Zaman iyice geç olduğunda Hıdır "Senin bir derdin var gibi" demiş. O zaman kız şaşkınlıkla Orman Cadısı'na bakmış.
Cadı "Anlat kızım derdini. Birisi bilecekse devasını, o kişi muhakkak Hıdır'dır" demiş. O zaman kız anlatmış, görünmezlik belasını, Kara Cadı'yı, burada neden olduğunu. Hıdır dinlemiş sesizce ve şaşırarak. En sonunda heybesini karıştırmış, kızın sözleri bittiğinde. Oradan incecik bir kağıt gibi, yuvarlak bir taş çıkarmış. Taşta çizili halkalar varmış:
"Bak kızım" demiş "bu halkalar ve çizgiler bir haritadır. Buradan çıkıp sisli dağa doğru gitmelisin. Sisli dağın sisi kimi zaman azalır ama ilk gidenlere azalmış hali bile fenadır. Gide gide gidersin. Uzamış ve dikenli çalılara vardığında bu taşa bak ki giriş kapısını bulasın. Kapıda bir bekçi durur, senden birşey ister. İstediğini verirsen ancak seni içeri kor. Veresin. Sakınmayasın. İçerisi ürpertir insanı. Yılmayasın. Gezinip durduğunda peşine muhakkak birini takarsın. Korkmayasın. İkinci kapıda gene bekçi durur. İstediğini verir, yılmadan korkmadan geçersin. Gezinirken gene biri uyanır peşine takılır gene yılmayacaksın ki üçüncü kapıyı göresin. Sonraki kapı karanlığa açılır. Gönlünün gözleri ile görür, göremezsem gölgenin gözleri ile görürsün. İlerle. Nihayetinde aradığını bulursun." demiş. Kız dinlediğinden duyduğundan hiçbişey anlamamış. Türleri ürpermiş sadece. Sonra güneşin ilk ışıkları doğmuş, Cadı biraz uyuyalım demiş. Odalarına çekilmişler. Kız zar zor uyumuş. Uyandığında vakit neredeyse öğlene geliyormuş. "Hıdır nerede?" demiş cadıya. "Gitmiştir o" demiş cadı.
"Ben de gidiyorum!" demiş kız. "Aman kızımi kar kıyamet dursun öyle git" demişse de cadı kızın içi içine sığmıyormuş. İlla da gideceğim diye tutturunca Cadı ona bir bohça hazırlamış. İçine kızın en çok sevdiği kumaşlardan, ışıldayan taşlardan koymuş. Dikiş, nakış ipleri koymuş. Biraz da yiyecek eklemiş. Sarmış kıza vermiş. "Bekçiler isiterse vermeye aklıma başka birşey gelmedi" demiş Cadı. Kızı alnından öpmüş, sağlam gidip sağ dönesin" diyerek uğurlamış. Kız karın kışın ortasında çıkmış yola. Üşüye titreye, taşa baka baka Sis Dağına doğru ilerlemiş. Sis dağına yaklaştıkça ortalığı iyice sisler bürümüş. Sis o kadar yoğunmuş ki acaba gece mi oluyor hava mı kararıyor anlayamamış kız. Taşa dikkatlice bakmış ve giriş kapısını aramış. Bulmak hiç de kolay olmamış. Bulduğunda ortalık iyice soğuk ve karanlıkmış. Kapıyı tıklamış. Kapıyı saran sarmaşık gibi kökler bir anda kıvrılmaya başlamış ve kenarda toplaşıp insan suretine bürünmüşler.
"İçeri girmeye kararlı mısın? Ürker korkarsın, eğer illa da razı değilsen geldiğin yerden geri dön" demiş suret. Kız "kararlıyım, geri dönmem" demiş. O zaman suret "Takılarını dışarıda bırak" demiş. Kız tamam demiş, takılarını çıkartmış ve dışarıda bırakmış ve kapıdan geçmiş. Girdiği labirent o kadar soğuk değilmiş. Suret kapıyı kapamadan evvel kıza dönmüş ve "Dikkatli ol ama ne kadar dikkat edersen de hayvanını uyandırır peşine takarsın muhakkak. Endişe etme" demiş ve ardından gene köklere sarmaşıklara dönüşmüş ve kapıyı kapamış. Kız dikkatli ve sessiz yürümüş. İkinci kapıyı armaya koyulmuş. İçerisi sisliymiş. Dikenli çalılar ve defnelerden oluşan bir koridor gibiymiş. Orada burada uyuklayan hayvanlar sis azaldıkça görülüyormuş. Kimisi ürkütücü ve vahşi kimisi ise zarif minik hayvanlarmış. Kız olabildiğince sessiz yürümüş ama bir yerde bir ayı homurdanmış sonra da kaldırıp kafasını etrafa bakmış. Kız kıpırdamamış. Çok korkmuş. Kız ayıları hiç sevmez, onlardan çok ama çok korkarmış. İşte bu sebeple önce hiç kımıldamamış ama sonra ayının ona doğru geldiğini görünce kaçmaya başlamış. Sislerin içinde ayıdan kurtulduğunu düşünmüş önce. Ama yürüdükçe arkasında bir homurtu duyuyormuş. Ayının sesi olduğunu tahmin ediyormuş. Dönüp baktığında beklediğinde kaçtığında da hiç ayıyı göremiyormuş. Bir süre boşa zaman kaybettikten sonra ayıdan veya homurtusundan kurtulamayacağını kabul etmiş ve ikinci kapıyı aramaya koyulmuş. İkinci kapıya geldiğinde kapıyı tıklatmış.
Gene kapıyı sarmaşık gibi saran kökler bir kenarda toplanmışlar ve insana dönüşmüşler. İnsan konuşmuş "İçeri girmeye kararlı mısın, ürkek korkarsın. İlla da razı değilsen geldiğin yerden dönesin, kaçasın." Kız "Yok demiş illa da gireceğim, asla da dönmem." O zaman insan sureti gene konuşmuş: "Ayakkabılarını dışarıda bırakasın. İçeriye sokmayasın." Ardından kapıyı sonuna kadar açmış. Kız ayakkabılarını çıakrtmış kapının eşiğine koymuş. İçeri girmiş. İkinci koridor daha ılıkmış ama yerler vıcık vıcık gelmiş kıza. Daha karanlıkmış ortalık. İçeride biraz yürümüş. Birkaç adım attığında sisten kapıyı göremez olmuş ama kapıdan içeri onun peşinden homurdayan ayının geçtiğinin sesini duymuş sanki. Suret sarmaşıklara dönmeden evvel seslenmiş: "Dikkatli ol ama ne kadar dikkat etsen de gölgelerden gölgeni uyandırır da peşine takarsın, korkma" Ardından sarmaşık köklere dönüşüp kapıyı gürültü ile kapatmış. Kız bu sefer de sessiz olmuş ama karanlıktan ve gölgelerden ayıdan korktuğundan daha çok korkuyormuş. O nedenle hızlı yürümüş. Zaman kaybetmemeye çalışmış. Bir devasa kayanın etrafında dönüyor gibiymiş. Girintilere kayaya çok yaklaşmamaya çalışmış ama bir yerde tökezlemiş ve gölgelere doğru düşmüş. Ayağa kalktığında hızla uzaklaşmış oradan ama sanki koskoca kayanın devasa gölgesi, diğer karanlıklardan ayrılmış da onu takip ediyormuş gibi gelmiş kıza. Kız bu sefer daha da korkmuş. Sessizce ama hızla üçüncü kapıyı aramaya başlamış. Taşa bakmış olduğu yeri anlamaya çalışmış. Sonunda üçüncü kapıya varmış. Üçüncü kapıyı telaşla çalmış. Kökler birleşip bir insana dönüşmüşler ve aynı şeyleri söylemişler. Kız acele acele "Eminim illa da geçeceğim. Allah aşkına acele aç kapıyı da, peşimde gölge ile ayı var" "Görüyorum" demiş insan sureti. "Peşindekilerle geçeceksin kapıdan ama kıyafetlerinle geçemezsin. Kıyafetlerini dışarıda bırak." Kız korku içinde çıkarmış üzerindekileri. Hızla geçmiş kapıdan sadece kolundaki bohça varmış şimdi yanında. Ama kapıyı açan suret kızın peşinden ayının ve gölgenin geçmesini de beklemiş. Kız karanlıkta onları pek görememiş uzağa doğru kaçmış. Yürümeye başlamış. Hıdırın söyledikleri aklına gelmiş. Gönlünün gözü ile görmelisin demişmiş ona. Ama ne gönlünün gözü ile ne kafasının gözü ile göremiyormuş hiç birşeyi. El yordamı ile hızlı hızlı yürümüş. O kadar uzunmuş ki. Ayı ve gölge kızın peşinden yürüyorlarmış. Yürümüş yürümüş kız. Yürümüş yürümüş gölge.
Kız yürüdükçe ayının nefesine alışmış. Sonunda çok yorgun düşmüş. Daha da yürüyememiş. Gücünün tükendiğini hissetmiş. O zaman olduğu yere oturmuş. Hiçbirşey göremiyormuş. Bohçasını açmış, içinden ekmeğini çıkartmış. Üçe kırmış, birini kendine almış diğerlerini ayı ile gölgenin olduğu tarafa koymuş. İştahla yemiş. Ardından uykusu gelmiş. Korkacak, saklanacak mecali, gücü yokmuş. Oracıkta uyumaya başlamış. Ayı da uyumuş onunla, gölge de uyumuş. Kaç saat uyudukları bilinmez. Ama uyandıklarında hala ortalık karanlıkmış. Kız bohçasını toplamış ve yürümeye devam etmiş. Gene yürümüş, yürümüş. Sonunda farklı bir yere geldiğini hissedip durmuş. Durunca hala yürümekte olan ayı kıza çarpmış ve kızın bohçası yere düşmüş. Bohçanın içindeki parıldayan taşlar yerlere saçılmış ve yerlerdeki su birikintilerine düşenler ışıldamaya başlamışlar. Kız o zaman önce taşları toplamak için eğilmiş ama sonra çıplaklığından utanmış ve bohçanın içinden hemen bir kumaş almış. İğne iplik almış ve acele acele evvela kumaşı edenine sarmış ve tutturmuş. Ardından taşları toplamış avcuna. Bütün parıldayan taşları alırken, ayı da gölge de avcuna onların tarafına saçılan taşları koymuşlar. Gölgenin teni kızın tenine değdiğinde kız karanlıkta da görebilmeye başlamış. Taşları avcunda tutup etrafa bakmış ve salon gibi bir yerde olduğunu görmüş. Salonun duvarları sanki aynadan yapılıkmış. Siyah obsidyen, kızın elindeki taşların ışığını yansıtıyormuş. Kız aynaya doğru yürümüş avcunda taşlarla sanki aynanın arkasında biri var gibi, yürümüş, yürümüş. Avcundaki taşları uzatmış ve aynada tıpkı kendisi gibi birini görmüş. Avuçlarının içinde parıldayan taşlar tutan birini, daha çok yaklaşmış ve dikkatle bakmış ki gri saları belirgin burnu ve sivri çenesi ile kara cadı, tıpkı kız gibi tam karşısında duruyor. Kız irkilmiş ve geriye sıçramış. Ayı tutmuş kızı. Kız tekrar bakmış aynaya ama bu sefer tek gördüğü kendisiymiş. O anda durmuş ve aynada kendisini izlemiş. Saçlarını, yüzünü, alnını, unuttuğu sandığı şeklini. Ürpermiş sonra sevinmiş. Aynada başka görünenler arkasındaki ayı ve onun arkasındaki gölgesiymiş. Ve karşısındaki ayna bir anda güm diye düşmüş yıkılmış. İçinde durdukları mağaradan o anda çıkmışlar. Kız parıldayan taşları elbisesine dikmiş. Kalan kumaşlardan onu soğukta koruması için bir pelerin dikmiş. Bir de çarık dikmiş kendisine. Ayı ve gölge kızı görebiliyormuş. Hatta kız da ilk defa aynada kendisini görmüş. Bunu heyecanla ayıya ve gölgeye anlatmış. Sonra ne kadar uzun zamandır görünmez olduğunu ve görünmezken insanın kendisini ne kadar önemsiz ve güçsüz hissettiğini anlatmış. Ayı da onlara çok uzun zamandır uyuduğunu ve artık özgürce dolaşmak istediğini anlatmış. Gölge, Dünya'da ışıktan çok gölge olduğunu söylemiş ve karanlık zamanlarda merak ettiği pek çok yeri gezip göreceğini, böyle istediğini anlatmış. Böyle konuşa konuşa Sis dağının arka tarafına uzanan labirenti geçmişler. Arka labirentte kapılar ve bekçiler yokmuş. Nihayet sisleri geride bıraktıklarında ılık bahar rüzgarları esmeye başlamış. Kız, ayı ve gölge birbirlerine veda etmişler ve kız Orman Cadı'sının evine doğru ilerlemiş.
Güneşli bir sabah vakti kapıyı çalmış. Baharın tüm beşesini ve enerjisini içinde hissediyormuş. Kapıyı açan Orman Cadısı heyecan ve sevinçten yerinden zıplamış. Sağsalim geldin kızım!" demiş. "Hiç incinmemişsin, olduğun gibisin." Kız şaşırmış, cadıyı da çekiştire çekiştire kostüm odasındaki kocaman aynanın önüne getirmiş ve aynada göründüğünü göstermiş. Cadı "Nihayet kendini görebildiğine çok ama çok sevindim." demiş Sonra eklemiş: "Kostümünü de pek güzel dikmişsin." Kız sonra üstüne diktiği pelerine ve parıldayan taşlardan elbiseye bakmış. Kendisi de beğenmiş. Cadıya sarılmış. Biraz daha kaldıktan sonra yola çıkmış çünkü kendisine diktiği kostüm yolcuların, seyyahların kostümündenmiş. Uzun ve maceralı bir yolda yürümüş, ayı ile de gölge ile de karşılaşmış ve konuşmuş çok çok ömrü boyunca. Uzun ve güzel bir ömrü olmuş, darısı her birimizin başına.
y
Comments