Çok uzun zamanlar önce göğe doğru yükselen ürkütücü ve kayalıklardan oluşan dağların çevrelediği bir ovada yaşayan bir kız varmış. Oraya tam olarak ne zaman geldiğini hatırlamıyormuş. Kötü, çok kötü bir lanetin etkisiymiş, tel hatırladığı buymuş. Üzerinde kirli bir elbise varmış. Günlerinin nasıl geçtiğini bile tamolarak hatırlayamıyormuş. Karanlık ovanın tepesi karanlık bulutlarla kaplıymış ve çoğu zaman ilikleri donduracak soğuk esen rüzgarlarla birlikte buz kırıklarına benzeyen bir yağış varmış.
Muhtemelen diğer günlerde de olduğu gibi, kız ovadaki tuhaf şafağı görerek uyanmış. Uyandığı yer bir yatak falan değilmiş. Çok çetin ve sarp görünen kayalıkların dibindeki çarşaklarmış. Kız dünü, önceki günleri hatırlamasa da bu kısacık sürecek günde çıkıp olduğu yeri dolaşabilir, tanıyabilirmiş. Belki kayalıklara tırmanıp ovadan kaçmayı deneyebilirmiş. Belki de kayalıkların arasında bir oyuk bulabilirmiş. Ama karanlıklar gelirken dikkatli olması gerektiğini biliyormuş. Öte taraftan eğer yüksek sesle konuşursa veya gün ışığının tam karşısında durup da ışıldarsa da tekinsiz ve temkinsiz birşeyler olacağını hissediyormuş. Bu nedenle üstündeki kirli elbiseye yapışan taşları temizleyip kalktıktan sonra kayalığın kenarındaki gölgelere yakın durarak yürümüş. Elbisesinde bir sürü yırtıklar varmış. Kalabalık tülülü eteği ve mücevherli yakasına bakmış. Bu elbise acaba bir gelinlik mi, yoksa prenses elbisesi mi diye düşünmüş. Cevabını bilememiş. Ama kalbi çok ağrımış bunu düşünürken. O nedenle elbisesine bakmamış bir daha. Ayağını acıtan ayakkabısı ile yürümüş.
Ovada hiç ağaç yokmuş, bir ot bile yokmuş. Uzak köşelerden karanlık giyimli ve ürkütücü cadıların karaltıları ve insanın içlerini ürperten kahkahalarının tınıları geliyormuş. Onlardan uzak durmak gerektiğini de biliyormuş. Kayalıklar bir zindan gibi çevreliyormuş görebildiği her yeri. Önce kayalıkların arasında bir açıklık var mı diye aramış. Rüzgar çok fena esiyormuş. Kayalıklardan birinin oyuğuna saklanmış. Elbisesi onu rüzgardan koruyacak kadar kalın değilmiş asla. Tam da oyuğa saklandığı anda rüzgarla birlikte tüyler ürperten ölü şövalyeler belirmiş. Son derece keskin ve vahşi görünen kılıçlarını savurarak atlarının sırtında dörtnala sürmüşler ovada ve bir süre sonra rüzgarla belirdikleri gibi aniden kaybolmuşlar. Kız, eğer onların karşısına çıkmış olsaydı kılıçlarının kestiğini ve acıttığını bildiğini hissetmiş. Kolu acımış çünkü ve kolunda bir iz varmış. Ama bunun bir kılıç izi mi olduğunu hatırlamıyormuş bile. Temkinli bir şekilde yürümeye devam etmiş ve kayalıkların hiçbirinin arasında bir oyuk bulamamış. Ovayı çok zor aydınlatan güneş en tepeye geldiğinde durmuş biraz. Bu güneş kıymetli gelmiş ona. Güneşi alan bir köşe bulmuş ve uzanmış orada. Güneş ışığına bakmış. Öyle zor işliyormuş ki ışık tenine. "Çok uzun süre karanlıkta kalmaktan" diye düşünmüş. Ama güneş ışığının o ovayı aydınlatmasını azaltan devasa bulutların da etkisi varmış bunda. Güneşe bedenini göstermek iyi gelmiş kıza. Ama sonra teni aydınlanıp ışıldamış ve gözleri de ışıldamış. Bunun tehlikeli olduğunu hissediyormuş. Bu nedenle kayalıklara yaklaşmış. Ama o esnada cadılar onu görmüşler ve çılgın kahkahalar atarak süpürgelerine binmiş ve kıza doğru uçmuşlar. Cadıların uçuşları ve kahkahaları koca devleri uyandırıyormuş. Devler de çok öfkelilermiş. Kız koşmaya başlamış. Cadılar uçuşarak kızın tepesine gelmiş ve alaylı ve acıtıcı sözler söylemeye başlamışlar.
"Güzeller güzeli dediklerinin şu haline de bak!"
"İnsan sana bakınca iğrenir!"
"Bir de gelinlik giymiş, kim beğenir ki seni, küçük ucube"
"Ablak surat. Çıltı bacak. Çelimsiz. Sen kim, hükmetmek kim?"
Ve bir sürü çılgın kahkahalar. Ama hemen peşinden devler uyanmış. Yürürlerken ortalığı sallayan ve nefeslerinin, bedenlerinin kokusu rüzgarla taşınan devler. Onlar da taşlar fırlatmaya başlamışlar. Taşlar kayalara isabet ediyormuş ve büyük gürültülerle sanki çığ düşer gibi tonla taşlar düşüyormuş. Kız nefesi tükenene kadar koşmuş, koşmuş ve kaçmış. Uçsuz bucaksız bir hapishane gibi görünen ovada kayalıkların dibinden ayrılmadan koşmuş koşmuş. Sonunda teninin ışıltısı, gözlerinin feri sönmüş ve bedeninin takati tükenmiş. Kısacık gün bitmiş ve gecenin karanlığı çökmeye başlayınca cadılarla devler esen bir rüzgar ile kaybolmuşlar. Kız da esen rizgarın etkisiyle kaybolmak istemiş. Rüzgar sanki içini dondurarak esiyormuş. Parmakları ve elleri buz gibiymiş kızın, bacakları ve sırtı da. Ve az sonra buz kesikleri yağmaya başlamış. Günün son ışığı ile kız kayalıkların dibine baktığında orada bir şövalyenin kaskını görmüş. Ve sonra şövalye zırhının kolluklarını, elliğini, kalkanını. Biraz daha gittiğinde kendi boyunun iki katındaki kılıcı görmüş. Koşarak şövalye zırhının kaskını tutmuş elleri ile. Merak etmiş. Bu kadar devasa bir şövalye insan mı dev mi yoksa başka birşey mi? Ve o an içi ürpermiş iyice, yüreğinde değişik bir heyecan belirmiş. O şövalyeyi bulmak istemiş. Şövalyenin olmasını istemiş. O şövalye olsa o zaman bu ovadan belki çıkabilirmiş. Ve böyle söylerken bitkinlik üzerine iyice çökmüş. Yüreğinden bedeninden bir ürperti çıkmış, beyaz bir sis gibi ama daha ışıl ışıl ve ellerinin arasında tuttuğu kaska ve diğer zırhlara değmiş. Kız o anda kayalıkların dibindeki çarşaklara uzanmış. Taşlar sırtını acıkmış ve soğuk tenini dondurmuş ama uyku, kocaman ve kalın bir battaniye gibi üzerine çökmüş.
Ertesi gün uyandığında çok büyük bir değişiklik varmış. Dün olan biteni hatırlıyormuş. Hepsini hem de. Bu tuhaf gelmiş kıza. Ve umut da vermiş. Hemen şövalyenin zırhını bulmak için etrafına bakınmış ama ortalıkta zırhın parçaları yokmuş. Kız ürpererek çıkmış çarşaklardan ve şafak ortalığı ışıtırken karşısında devasa bir şövalye görmüş. Şövalye kızın önünde eğilerek "Prensesim" demiş. Kız ürpermiş. Saçlarından ayak bileklerine kadar ve çok farklı hissetmiş kendisini. "Şovalyem" demiş. Kendi sesini duymayalı o kadar uzun zaman olmuş ki, konuşunca en çok kendisi şaşırmış.
"Siz uyanmadan ortalığı dolaştım. Tek çıkış yolumuz kayalıkları aşmak" demiş şövalye.
O esnada helezonlar çizen bir rüzgar çıkmış. Rüzgarda beliren hayalet süvariler ellerinde kılıçlarla belirmişler gene. Şövalye prensesi kayalıklara itmiş ve süvarilerin kılıçlarını savurmuş. Sonra ortalığı kolaçan etmiş. Esen rüzgar çok kuvvetliymiş ve prensesi korumak için kayaların dibinde ama onun etrafını sararak yürümeye başlamışlar. Prenses:
"Şövalyem, bu rüzgar çok tehlikeli canavarlar içeriyor. Kalalım burada." demiş. Ama şövalye,
"Burada kalamayız prensesim. Biraz ilerleyelim, daha güvenli bir sığınak buluruz."
Ve birbirlerine tutunarak ilerlemişler. Prenses çok üsüyormuş. "Keşke sizi ısıtabilsem." demiş şövalye ve prenses gene ürpermiş. Gözlerinden ilk defa bir damla gözyaşı gelmiş, belki aylar sonra. İçi ısınmış o zaman. Çok şefkatli hissettirmiş şövalyenin bu sözü.
"Siz kimsiniz şövalyem?" diye sormuş kız. Şövalye yavaşça kıza dönmüş ve inanın hatırlamıyorum. Sabahtan beri merak ediyorum ama hatırlamıyorum." demiş ve ikisi de gülmüşler. "Çok tuhaf" demiş ardından şövalye.
Prenses gülümsemeye devam etmiş ama sonra söylemiş,
"Düne kadar ben de her sabah unutuyordum. Ama artık unutmuyorum."
Sonra birlikte gülümsemişler. Ve biraz ilerde sığınacak bir mağara bulmuşlar. Prenses mağaranın içine girmiş ama şövalye sığmamış. Hemen mağaranın ağzına oturmuş ve uzaklara dalmış. Şövalyenin nefesi rüzgar gibiymiş. Mağaranın içi de sıcak ve güvenliymiş. Bu mağarayı daha önce bulamamış olmasına şaşırmış Prenses. Rüzgar bittiğinde şövalye,
"Size yardım edeyim Prensesim. Buradan tırmanmaya başlayalım" demiş. O gün çok fazla yükselememişler. Ama tırmanmaya devam etmişler. Prensesin ayağı kaydığında elinden tutmuş şövalye. Zor basamaklarda kaldırmış ve kimi zaman yuvarlanan taşlar olduğunda kendisini siper etmiş. Böyle güvende ve huzurlu olmak çok sıcak ve prensesin unuttuğu bir hismiş. Kısacık süren gün bitmek üzereymiş ama şövalyenin zırhı ve prensesin karmakarışık saçlarının arasındaki parıldayan ışıklar, batmadan evvel göğü pembeye boyayan ışıklarla parıldamış. Şövalye saçlarının arasındaki mücevherlerden çok daha eşsiz parıldayan prensesin bu haline hayranlık duymuş ve eğilerek reverans yapmış. O esnada gene uçan cadılar belirmiş ve
"Prenses mi diyor bu ucube zırh yığını!"
"Karşındakini prenses mi sandın!" deyip kahkahalar atmışlar.
"Yeteneksiz ve çirkin kızın teki!"
"Tenini kaplayan kiri zımparalasan çıkartamazsın!"
"Dışarı çıkamazsınız bu çukura layıksınız, siz her ikiniz!" diye bağırmaya başlamışlar ve çılgın kahkahaları ile tepelerinde uçuşup durmuşlar.
Prensesin ışıltısı kaybolmuş hemen. Omuzları düşmüş ve şövalyeye yaklaşıp:
"Birazdan taş atan devler gelecek!" demiş. Tepelerinde uçuşan cadıları sinek kovalar gibi kovalamaya çalışan Şövalye o zaman prensesi de kucaklamış ve kayalara hızla tırmanmış. Onların tırmandıkları yerlerin hemen aşağısına, bir an evvel durdukları yerlere isabet ediyormuş devlerin taşları. Şövalye için ne kadar da kolay diye düşünmüş prenses, kayalıklara tırmanmak. Sonra nezaketle indirmiş prensesi.
Birlikte durup çıktıkları yerden dipsiz ovayı izlemişler. Kaynayan bir iksir kazanı gibi, çok derinmiş ve çok sarpmış çevreleyen kayalar. Dipsizin etrafında her daim, hiç kaybolmayan bulutlar varmış ve bulutlar, rüzgarların da etkisiyle sürekli dönüyormuş, kazanın tepesindeki dumanlar gibi. Ama çok karanlık, koyu, siyah ve duman gibi bulutlar. Prenses bulutları izlemiş. Güneş batarken hava çok kararacak gibi düşünmüş Prenses ama şimdi oldukları yükseklik karanlık bulutların çok üzeriymiş ve güzel bir ay dipsiz ovayı aydınlatıyormuş. Şövalye ile duman gibi bulutları izlemişler. Bulutlarda kah ortaya çıkıp kah kaybolan hayalet ejderler ve bulutların üzerinde yüzen batık gemileri izlemişler. Haykıran ve çığlıklar atan, görüp görmediği belirsiz varlıkları. Prenses evvelinde çok korkuyormuş onlardan ama şimdi, böyle uzaktan izlerken ve belki de yanında şövalye olduğu için, hissettiği şey artık korku değilmiş. Daha ziyade, bu his acımak gibi, merhamet gibi bir şeymiş. Biraz zaman sonra Prenses ilk defa acıktığını hissetmiş. Şövalye bulduğu bir mağaraya Prensesi koyduktan sonra dağın yükseklerine tımanmış ve sonra elinde 3 nar, bir avuç zeytin ve kuşburnu ile gelmiş. Prenses çok şaşırmış:
"Buralarda hiç bir ot yok sanıyordum."
"Prensesim, kayalık dağın diğer yamacı bereketli ancak bu yükseklikte ancak bunları bulabildim." demiş. Prenses yemiş, sanki çok uzun süreden beri bir şey yemiyor gibiymiş. Dünü hatırlıyormuş ve dün de bugün de ilk defa yediğinden eminmiş. Acaba dipsizdeki tüm günlerim böyle mi geçti diye düşünmüş. Eğer öyleyse nasıl sağ kalabildiğini merak etmiş. Sonra mağaranın içindeki yumuşacık toprağa uzanmış. Öyle yorgunmuş ve yükseklerin havası öyle güzelmiş ki: ferah, umut verici... Prenses çok rahat ve mutlu bir uyku çekmiş.
Sabah şafakla uyandığında şövalye ayaktaymış ve uzaklara bakıyormuş. Prenses onun yanına çıkmış ve kayalık dağların diğer yamacını görmüş. Önlerinde uzanan geniş ve bereketli ovalar, yaylalar varmış. O yaylalardaki, ovalardaki ağaçlar, çayırlar baharın etkisi ile çiçektelermiş. Rüzgar o çiçeklerin kokusunu ve coşkusunu ikisine de taşıyormuş.
Güneş doğarken birlikte inmeye başlamışlar. Birbirinden eşsiz çiçekler bulmuşlar. Doğanın güneşle aydınlanmasını izlemişler. Prenses coşku doluymuş ve bir sürü şeyler anlatıyormuş. Kendisini, bir sürü hayallerini, hislerini. O anlattıkça şövalye sorular soruyor ve saygıyla eğiliyor veya hayretle çığlık atıyormuş. Ve Prenses anlattıkça, heyecanlandıkça, çiçekleri kokladıkça ve yemyeşil çayırlarda yürüdükçe kendisi ile ilgili unuttuğu pek çok şeyi hatırlamış.
Eşsiz bir yeteneği olduğunu, ışıldadığını ve güneş ile ayın gücünü yansıtabildiğini. Coşkusu, neşesi ve ilhamı olduğunda bir sürü şeyler yaratabildiğini. Çok güzel şarkılar söylediğini ve bir zamanlar herkesin hayranlığını ve saygısını kazandığını.
Ve hatta şimdi ilerledikleri şatonun Prensesi olduğunu da hatırlamış. Ve şatoya vardıklarında ayakları, bacakları, bedeni çok yorgunmuş ama yüreği bir kuş gibi heyecanlıymış.
"Hadi, zırhını çıkar artık şövalyem. Ve bana adını söyle. Artık hatırlıyor olmalısın!" demiş.
Şövalye şefkat ve saygıyla eğilmiş.
"Evet Prensesim. Artık hatırlıyorum." demiş.
"Hadi söyle" demiş Prenses.
Şövalye üzgünce başını eğmiş. Sonra kalkanını ve kılıcını bir kenara bırakmış. Ve zırhını sökmeye başlarken sessizce mırıldanmış:
"Benim adım cesaret" demiş ve zırhının parçalarını çıkartıp koymuş sağa sola. Prenses ürpermiş zırh çıkarken. Şövalyenin kaskına bakıyor ve içindekini görmek istiyormuş. Hemen sonra kaskını da çıkartmış.
"Size hizmet etmek benim için bir şerefti Prensesim. Ne zaman ihtiyacınız olursa ve gene yanınızda olacağım." Ve bunu söyleyip kaskı çıkarttığında bir rüzgar esmiş. Hiç birşey yokmuş kaskın ardında. Sadece beyaz bir sis gibi bir rüzgar, insanın içini coşturan, karnında kelebekler uçuşturan ve dünyadaki her zorluğu alt edecekmiş gibi hissettiren bir rüzgar. Ve zırhın dağınık parçaları ile Prenses kalakalmış. O anda kapı açılmış ve
"Kayıp Prenses'imiz geldi." diye coşku ile halk ve şatonun askerleri gelmişler.
Prenses adaletle ve ilhamla hükmetmiş. Şövalyenin zırhını şatosunda tahtının hemen yanına koymuş. Ve yanı başında duran şövalyesini ömrü boyunca özlemiş.
Comentários